Cemre düşmüş geçenlerde; havaya, suya, toprağa… Bahar geldi, çiçekler açacak, kuşlar ötüşecek, güneş ısıtacak içimizi. Belki yarın sabah taze domatesinizi doğrayacaksınız kahvaltınıza, mis kokulu zeytinyağınızı gezdireceksiniz üzerine. Peki ya bunların hiçbiri olmazsa? Ya bir sabah pencereden uzattığınızda kafanızı, kuşları duyamazsanız? Özel günlerde tek tıkla gönderdiğiniz o çiçekler ya yok olursa bir gün? Bir daha taze sebze, meyve tadını hissedemezseniz damağınızda? Distopya konulu kitapların çok tuttuğu şu günlerde, artık yavaş yavaş o distopya evrenlerine benzemeye başladığımızı görmemiz gerekmiyor mu?
İnsanlık, var olduğu andan itibaren evrim süreci boyunca doğaya zarar verdi, evrildikçe, geliştikçe, geliştirdikçe… Ancak günümüzde bu zararın boyutu küresel bir hal almış durumda. Bizi besleyen, barındıran, tüm saflığıyla bize kucağını açan toprak; günümüzde değerini yitirmiş, sömürü fikriyle hareket eden kapitalist düzene kaynak olmuş, sürekli gelişme ve büyüme anlayışı sonucu insanlar için ve insanlar tarafından işletilip, bozulabilen, değiştirilip onarılmaya bile gerek duyulmayan cansız varlık haline gelmiştir. Bu değersizleşmeyle birlikte birçok doğal kaynağın sömürülmesi sonucu değişen ekolojik dengenin kırılganlığı gün geçtikçe artmış, günümüzde dengeden dahi söz edemeyeceğimiz konuma ulaşmıştır. Özellikle çok uluslu şirketlerin küresel ekonomi politikaları ve bu yolda hızlı büyüme adına gözü kapalı bir şekilde ekosisteme zarar vermeye devam etmeleri yerel ve ekolojik sürdürülebilirliği neredeyse yok etmiştir. Küresel anlamda ipleri elinde bulunduran bu kuruluşlar; daha hızlı tüketim sağlamak adına endüstriyel tarım, madencilik faaliyetleri, termik santraller vb ekosistemi yerle bir eden uygulamaları desteklemekte, çevreye hiçbir faydası olmayan, sürdürülemez üretim politikalarının yaygınlaşmasını sağlamaktadır. Vandana Shiva, İyilerin Yanında isimli kitabında bu ekolojik yıkım hakkında şöyle söylemiştir; “Bizi taşıyan toprak ananın kurallarını, kanunlarını ve sınırlarını hiçe sayarak havaya ve nehirlere atıklarımızı bırakıyor, içindeki tüm mineralleri çıkarıyoruz; demiryolları ve otoyollar inşa etmek için ağaçları kesiyor, yıktığımız çiftliklerin yerine gökdelenler ve alışveriş merkezleri dikiyoruz. Ölmüş nehirler, kısır tohumlar, zehirli gıdalar ve iklim felaketleri insanoğlunun toprak anayı öldürürken arkasında bırakacağı mirasıdır.”
Peki durum bu kadar vahim iken toprak anayı öldüren biz insanlar, aynı zamanda bu toprak ana sayesinde yaşadığımızı ne zaman fark edeceğiz? Fark edenler yok değil ancak durumun vahametini fark etmekle birlikte çözüm üretmek için geç kalındığını da fark etmiş olacaklar ki, artık dünyamızı kurtarmak yerine yeni dünyalar arayışı içerisine giriyorlar. Dünya ise her geçen gün aşırı yağışlar, fırtına felaketleri, hava kirliliği gibi uyarılar ile çevreye karşı acımasızlığımızın sonuçları olacağını yüzümüze vurmaya devam ediyor. Artık yaklaşan tehlikeyi görmekten bahsetmek bile komik zira tehlike yanı başımızda, bağırıyor bir şeyler yapmalısınız diye. Ancak biz insanlar neler yapıyoruz? Kömüre dayalı termik santraller kuruyor, ormanları yok ediyor, göz göre göre sera gazı emisyonunun artışını evimizde rahat koltuklarımızda oturarak izliyoruz. İşte bu “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” düşüncesine dayalı rahatlığımıza, küresel iklim değişikliğine bağlı bir afetin çatımızı başımızın üzerinden savurması sonucu bir gün ara vermek zorunda kalabiliriz, uyarmadı demeyin.
Dünyada durum bu halde iken ne yazık ki ülkemizde de sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı sadece Anayasa 56. maddede düzenlenen yazılı bir hak olmaktan öteye geçememiştir. Nitekim ekolojik politikalardan bihaber bir toplum olduğumuzun kabulü gerekirken toplumun bu yönde talebi olmayışı da çevreyi koruma endişesi içerisinde olmayan bir çevre mevzuatı koyuyor önümüze. Zira her geçen gün ekonomik ve politik amaçlarla çatışan çevre mevzuatı hükümleri esnetilmeye ve işlevsizleştirmeye devam ediliyor. Oysa bir vatandaş olarak çevreye, ekosisteme verilen her zararın aslında anayasal hakkımızı hiçe saydığını da fark etmemiz gerekmekte. Her ne kadar Çevre Kanunu 3. maddesi gereğince “herkesin” çevrenin korunması ve kirliliğin önlenmesinde rolü olduğu kabul edilmiş olsa da Danıştay çoğu iptal davasında dava ehliyeti kavramını dar yorumlayarak her gerçek veya tüzel kişinin bu alanda hukuki yola başvurmalarının önüne geçmektedir. Oysa bu konuda maden arama çalışmalarının doğaya verdiği zarar sebebiyle durdurulmasını harika bir gerekçe ile açıklayan ve sağlıklı bir çevrede yaşamanın bir insan hakkı olduğunu vurgulayan Hindistan Yüksek Mahkemesi kararının ülkemizle birlikte uluslararası alanda da örnek teşkil etmesi gerekiyor. Yüksek Mahkemece maden çalışmalarının durdurulmasının gerekçesi şu şekildedir; “…halkın, ekolojik dengede mümkün olan en az bozulmaya sebebiyet vererek ve doğayı, onun hayvanlarını, kendi evlerini ve ekili alanlarını kaçınabilecek risklerden koruyarak; suyu, havayı ve doğal hayatı kötüye kullanarak, sağlıklı bir ortamda yaşama hakkının korunması ve kollanması için ödenmesi gereken bedel…” Bu karardan hareketle söyleyebiliriz ki, sağlıklı bir çevre talep etmek bu dünya üzerinde yaşayan herkesin hakkı ancak bu hakla birlikte çevreyi korumak da herkesin yükümlülüğüdür.
Aslında fark etmemiz gereken nokta tam olarak şu; yaşadığımız yerin sadece mahalle, sokak, apartman ve daire numarasından ibaret olmadığı. Biz bu dünyada yaşıyoruz ve dünya bizi yaşatabilmek uğruna fedakarlıklar yapıyor. Bence insanlar olarak şansımızı yeteri kadar zorladık ve artık mahvedecek başka dünyalar aramadan önce biraz da kendi dünyamızın bunca yıldır yapmış olduğu fedakarlıkların karşılığını vermemiz gerekiyor. Zira büyük ustanında söylediği gibi;
“Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
Ya dünyamıza inecek ölüm.”
Nazım Hikmet Ran
Bu konuda geri bildirim bırakın