Çerkes uyandığında bir sessizlik hissetti yüreğinde. Yatağından kalkarak hızlıca ahşap merdivenleri inip evden çıktı. Sessizlik her adımda yükseliyor, her adımda kulaklarını sağır ediyordu. Ahırın önüne geldiğinde dizlerindeki, ellerindeki hissizlik arttı. Bir kar tanesi bile taşıyamazdı o an elleri. Suyun yüzeyi ağır gelirdi. Çerkes kalbindeki korkuyla ahırın kapısını açtı. Spî, açılan kapının sesiyle uyanmış, Çerkes’e bakıyordu. Birden doğruldu tüm heybetiyle, Çerkes’e doğru hareketlendi. Çerkes dizlerindeki hissi tekrar yaşadı o an. Ellerindeki kuvvet yerine geldi. Bıraksalar karşısında uzanan Ararat’ı sırtlayabilirdi.
******
Çerkes, 10 yaşında kaybetmişti annesini. Bir baba ile birlikte, henüz o yaşında yalnızlığın yükünü sırtladı. Ararat kadar yalnızdı, yükü rüyalarında zirvesine çıktığı Ararat kadar ağır. İçindeki karanlık onu ele geçirmiş, bulutları bile kararmıştı artık. Hayatına da ilk kez o dönem bir “Spî” girmişti. Bir kuzu olan Spî, babasından aldığı tek hediyeydi Çerkes’in. Babasının elinden çaldığı tek hediyeydi de aynı zamanda. Annesinin ölümünden sonra tüm yalnızlığını onunla gidermeye başlamıştı. Zaman zaman babası karşı çıksa bile, gizlice ahırdan alır odasına sokardı Spî’yi. Çerkes, babası ve Spî, birlikte tüm günlerini tarlada geçirmeye başlamışlardı artık. Ne yapılacaksa, nereye gidilecekse Spî’siz gidilmezdi elbet. Çerkes o zaman bir dostun varlığının ne demek olduğunu anladı. İçindeki sevgi öyle büyük ve içine sığmazdı ki aklı çıkıyordu Spî’yi kaybedecek diye. Nitekim korkularında haklı çıktı. Bir gün uyandığında, Spî’den geriye sadece bahçedeki muşambada birikmiş kanları kaldığını gördü. Babası verdiği hediyeyi katletmiş, Çerkes’e bir dostun acısını bırakmıştı. Çerkes 12 yaşında hem annesiz hem de arkadaşsız kalmanın taşınmaz yükünü sırtlamaya başladı. Bulutlar tekrar karardı. Ararat’a yağan karlar geceden bile daha zifiriydi artık.
Spî’nin ölümü sonrası her şey daha da zorlaşıyordu. Çerkes, babasını affetmemiş, gün geçtikçe ona olan nefretini artırıyordu. Başını yastığa koyduğu her gece, uyandığı her sabah lanetliydi onun için. Babasının yüzüne baktıkça, muşambadan sızan Spî’yi görüyordu. Her masada kan kokusu. Her ekmek dilimi bir cenaze. Babası, Çerkes’in kendisinden uzaklaşmasıyla en az onun kadar yalnızlığa mahkum olmuştu artık. Bunun böyle devam edemeyeceğine karar verip, yeni bir aile kurmanın vakti geldiğini düşündü ve amcasının kızına talip oldu. Kimseye laf düşecek değildi elbet. Amcamız uygun görmüştü bir kere. Ve Çerkes 13 yaşında yeni bir aileye sahip oldu. 20 yaşına geldiğinde ise üç kardeşi olmuştu bile.
Çerkes’in işkence yılları da başlamıştı. Bir türlü bu dayatma aileye kendini ait hissedememiş, sevememiş, sevdirememişti. Babasının tüm zamanını tarlada geçirmesi, onu evde yalnız kalmaya itmişti. Çerkes gündüz üvey annesinden, akşamları da babasından şiddet görmeye başlamıştı. Kardeşleri büyüdükçe daha çok dışlanmaya maruz kaldı. Bu dışlanma, yalnızlığının sonu gelmez bir yaşam olacağını her defasında hissettirmişti. Çerkes için bir kaçış yolu olmalıydı; nefretini yüzüne yediği her tokatta daha çok hatırlayan babasından, sevgisizliğin tanımını tattığı üvey annesinden, hiç sarılamadığı kardeşlerinden.
Çerkes bir gün amcasına yardıma Horasan’a gider. “Birkaç gün tarlada çalışırım, kafam dağılır, dönerim.” Düşüncesiyle yola çıkar. Nereden bilebilir ki bu yolculuğun ona 20 senedir aradığı sığınağı, yeni bir yaşamı getirecek O kadınla tanışacağını. Horasan’a ayak bastığı an görür onu. Atın üzerinde geçişi, yemenisinden gelen o tedirginsiz, kuşkusuz liman kokusu siner göğsüne. Ne yapıp eder bulur onu. Adının Fatma olduğunu öğrenir. Amcasının kızıyla birlikte haber verir, gizli gizli buluşmaya başlarlar. Birkaç günlük yolculuk artık 1 aydan uzun süreye çıkmıştır. Babası, Çerkes’in artık dönmesi gerektiğini söyler ama Fatma’yı bırakıp gidesi yoktur. Onun dizlerindeki buluttan ince huzuru, avuçlarından içtiği suyu bırakıp dönemez. Çerkes bir karar verir. Babasına mektup göndererek Fatma’dan bahseder. Onunla evlenmek istediğini ve onunla evlenmeden dönmeyeceğini belirtir. Ve Çerkes 21 yaşına geldiğinde, hayatında ilk kez aile olmanın, aşkın tadına varır. Sevginin iyileştirici gücü, Çerkes’in yaşamına direnç katmıştır. Artık yaşamının bir anlamı vardır. Fatma onun için felsefe, yaşayıştır.
Çerkes 30 yaşına geldiğinde babasını kaybeder. Ölümün karanlık tarafı nefretiyle yarışır. Spî’yle yüzleşir o an. Nefreti de acısı kadar ağırdır. Mezarına attığı her toprak çizmelerine geri karışır. Toprak bile kararsızdır. Toprak bile nefret ve acıyla karışık… İki elinden iki el tutar Çerkes’i; Besra ve Songül. Çerkes babasının ölümünden, kızları Besra ve Songül’ün ellerini tutarak döner. Eve geldiğinde dört çocuğuyla birlikte uyuyarak geçirir nefret ve acının gölgesiyle kaplı geceyi. Mehmet, Besra, Songül ve Menderes. Şimdi onlar için yaşaması gerektiğini biliyordur. Yalnızlıktan, acılardan, cenazelerden uzak bir yaşam sunmaya yemin etmiştir. O gece bir söz verir çocuklarına: “Sizi asla Spî’siz bırakmayacağım.”
Çerkes, 1972 yazında, 45 yaşına geldiğinde, amcasının tarlasına bakmak için iki aylığına Horasan’a gitmesi gerekir. Horasan yolları onun için Fatma düzenindedir. Her adım, her köşe başı Fatmalıdır. Sığınaktır, güvercin kanatlarının altında gölgeliktir. Horasan’a ayak bastığında, Fatma’yı gördüğü o ilk an gelir aklına. Yüzünde gülen yerini hatırlar. Ararat’ın uzunluğunda açılan saçlarını. İki aylık özlem tahammül sınırları dışındadır. Mavi bir minibüs gelir ve onu özlemin buğday tarlalarına doğru götürür.
Minibüs, köyün girişine doğru gelirken ani bir frenle durur. Kucağındaki çantasına başını yaslayarak uykuya dalan Çerkes, ani frenle birlikte uyanır. Minibüsün içindeki herkes merakla ne olduğunu anlamaya çalışırken, Çerkes araçtan iner. Minibüsün önüne doğru geldiğinde, yolun ortasında bekleyen bir at görür. Yeleleri buğday gibi düzenli, rengi bulut kadar, Ararat’a düşen karlar kadar beyaz. Çerkes minibüse dönerek çantasını alır ve ata doğru yanaşır. Bu öyle bir yanaşmaktır ki her adımı korkusuz, tedirginsiz, heyecanlı. Her adımı dosta koşar, sarılır gibi. Çerkes, atın yanına gelir. Yelesini okşayarak Spî diye seslenir içinden. Spî, o an bir sahip değil, bir arkadaş, dost kazandığını hisseder. Çerkes, bir at değil, bir arkadaş, dost kazandığını hisseder.
İki ay boyunca yanından ayırmaz Spî’yi. Horasan’ın tüm sokaklarını, tepelerini, düş bataklıklarını birlikte yürürler. Spî’ye her baktığında, ona her dokunduğunda keçisini düşünür. O kadar emindir ki o olduğuna, Spî dirilmiş, bir atın bedenine sığınmıştır. Çerkes, cebinde Fatma’nın özlemiyle gittiği Horasan’dan, yeni bir evladıyla, dostuyla, yaşam arkadaşıyla döner. Spî’, Kaska’ya ilk adımını attığında, gece tüm karanlığını köyün üzerine yıkmak üzeredir. O an birden ay öyle bir parlar, yıldızlar öyle yanaşır ki yeryüzüne, hiçbir perde karşı koyamaz bu aydınlığa. Spî tüm beyazlığıyla süzülür evine doğru. Artık o bu köyün güneşi, ayı, yıldızı olmuştur. Herkesin ruhunu aydınlığa çevirdiği ışığı…
Çerkes 50 yaşına geldiğinde yedinci çocuğu doğmuştu. Ramazan’ın doğumundan iki gün sonra ise bir felakete doğru sürüklenişin ilk cenazesi geldi. Çerkes’in üvey kardeşi Mustafa, Amcasının çocuğu Çelebi’yi öldürmüştü. Ararat’ın zirvesine kan sıçramıştı bir kere. O kan bir çığ gibi Kaska’nın üzerine düştü ve iki ailenin yemeğine, suyuna, toprağına, havlusuna, otuna, çakıl taşına kadar karıştı. Bedel kaçınılmazdı artık. Peki o bedel neydi? Nasıl ödenirdi? Kimler bu kan birikintisinde boğulurdu?
Mustafa’nın hapse girmesi kimseyi durdurmaz. O kanın bedeli mahkumiyet değildir elbet. Çerkes tedirgin bir şekilde kardeşlerini, çocuklarını, Fatma’yı nasıl koruyacağını düşünür günlerce. Ruhu yeniden karanlık dehlizlere girmiş, güneşin kokusunu bile unutmuştur. Çerkes, babasının ölümünden sonra sahip olduğu her şeyi korumayı başarmıştır bu zamana kadar. Çocuklarının yüzünü, sesini, kokusunu dahi unuttuğu günler olmuştu bu uğurda. Nitekim o güne kadar kimsenin görmediği, hayal edemeyeceği bir zenginliğe sahip olmuştu. Çocuklarına verdiği sözü tutmuştu Çerkes. Ta ki bedel günü gelene kadar. Ararat’a sıçrayan kanı ancak bu zenginlik temizleyebilirdi. Çocuklarının, kardeşlerinin nefesini ancak böyle koruyabilirdi.
Çerkes, Çelebi’nin ölümden sonra amcası Filit’e tüm servetini kan bedeli olarak dağıtır. Arsalar, tarlalar, evler… Geriye sadece bir tek ev kalır. Çocukluğunun geçtiği, Spî’nin bahçesinde koştuğu ev. Her şeye yeniden başlamaya karar verir. Artık tek derdi vardır, çocuklarının ve Spî’nin hayatını korumak. Bir şekilde her şeye yeniden başlayarak buralardan gitmeyi kafasına koymuştur. İçindeki korku her geçen gün daha da artar. Bu topraklarda kanın bedeli olur da nefretin, intikamın bedeli olmaz. Hiçbir servet bunu ödeyemez. Bir kan akmalıdır, bir can alınmalıdır elinizden. Çerkes her gece bu korkuyla yaslar başını Fatma’nın göğsüne ve artık buralardan gitmek için bir yol bulur. Evini satarak, Konya’ya kardeşinin yanına taşınacaktır çocukları ve Spî’yle birlikte. Evi alabilecek birini bulması yeterlidir. Nihayet yeğenlerinden biri evini almayı kabul eder. Çerkes, caminin avlusunda yeğenini bekler satışı konuşmak için. Öğlen namazını kılmış, çeşmeden bakır bardağa doldurduğu suyunu içerken, avluda amcası Filit’i görür. Gözlerindeki kini görür. Hırsı, intikam yeminini görür. Yine kararır yüreği.
Filit, yeğeni Çerkes’in yanına gelip oturur. Bastonunu ağaca dayar. Hırsından dizleri titremeye başlar. Çerkes’e dönerek: “Evini satıyormuşsun?” der. Çerkes, yüzüne bakmadan: “Satıyorum amca” diye cevap verir. Filit, bir hışımla kalkarak bastonunu eline alır ve Çerkes’in önüne geçer, omzundan tutarak: “Hem oğlumu öldürüyorsunuz, hem de hiçbir şey olmamış gibi kaçıyorsunuz. Bu bedelin parayla, malla, mülkle kapanmayacağını bilmiyor musunuz?” diye bağırır. Çerkes avuçlarını dizlerinin arasına alıp sıkar. Susar, bir şey demez. İçindeki öfkenin onu ele geçirmesinden korkar. Ayağa kalkarsa hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Filit, çenesini sıkar yeğeninin: “Buradan gitmenin tek bir koşulu var. Ya atını bana verirsin ya da evini de seni de atını da çocuklarını da yakarım.” diyerek arkasını dönüp gider. Çerkes öylece kalır cami avlusunda. Yanında yükselen ağacın gövdesi gibi hareketsiz, yere kök salmıştır. Korkudan ne yapacağını bilemez, dizleri hissizleşir. Gözlerinin önüne kuzu Spî gelir. Onun muşambada kalan kanları… Birden kalkar ve koşarak amcasının önünü keser: “Değil sen, Ararat ayaklanıp düşmanım olsa benden atımı alamaz. Ben sağ olduğum sürece kimse ne atıma, ne de aile dokunabilir amca. Elinden geleni yap” diyerek gider yanından.
Cami avlusundaki konuşmanın üzerinden beş gün geçmiştir. Beş gün boyunca Çerkes uykusuz, nefessiz, susuz geceler geçirir. Sabahları uyanır uyanmaz ilk işi Spî’yi görmek olur. Onun nefesini hissetmediği her an tedirgindir. Bir dostu daha kaybetmeye tahammülü yoktur. Kendi bedenini Spî’nin önüne yatırır artık.
Çerkes o gün uyandığında bir sessizlik hisseder yüreğinde. Yatağından kalkarak hızlıca ahşap merdivenleri inip evden çıkar. Sessizlik her adımda yükselir, her adımda kulaklarını sağır eder. Ahırın önüne geldiğinde dizlerindeki, ellerindeki hissizlik artar. Bir kar tanesi bile taşıyamaz o an elleri. Suyun yüzeyi ağır gelir. Çerkes kalbindeki korkuyla ahırın kapısını açar. Spî, açılan kapının sesiyle uyanmış, Çerkes’e bakar. Birden doğrulur tüm heybetiyle, Çerkes’e doğru hareketlenir. Çerkes dizlerindeki hissi tekrar yaşar o an. Ellerindeki kuvvet yerine gelir. Bıraksalar, karşısında uzanan Ararat’ı bile yerinden oynatabilir. Spî’yi temizleyip, yemeğini verir ve evin satışı için yeğeniyle konuşmak üzere evden çıkar. Tam öğlen vakti olduğundan, önce namazını kılıp, sonra yeğenine gidecektir. Camiye girdiğinde ön safta Filit’i görür. Tam yanında saf tutar. Namazını bitirip selamı verirken, Filit’in gözlerinde kendi cenazesini görür. Muşambadan sızan ölümünü görür. Ayağa kalkar ve camiden çıkar hızlıca. Avluda çizmelerini giyerken amcasının arkasından geldiğini hisseder. Çizmelerini tam giyememişken birden sırtında bir acı hisseder. Sıcak bir acı. Sırtından boğazına akan bir acı. Sırtından çizmelerine akan bir acı. Yaşamdan alacaklı nefeslerini tüketecek bir acı. Katilinin yüzünü göstermeyen bir acı.
Çerkes, 62 yaşında amcası Filit tarafından bedelen öldürülür. Ödenmeyen tüm borçların üzerini kanla kapatırlar. Ararat’ın zirvesine bir kez daha kan sıçramıştır. Bir öğle rüzgarında savrulur o kan. Spi’nin yelelerine, Fatma’nın yemenisine, Songül’ün beşikte uyuyan Zeynep’ine karışır. Çerkes’in kardeşi Ahmet, cenazeden sonra evi boşaltır. Fatma’yı da yanına alarak Konya’ya götürür. Evden geriye sadece Spî kalır. Üzerine örtülmüş kapının aralığından sızan ışık huzmesiyle Çerkes’in gelişini bekleyen Spî kalır. 28 gün geçer. 28 gece. 28 karanlık güneş. 29. günün sabahında kapı açılır. Spî heyecanla kalkar, Çerkes’i görüp sarılacağı umuduyla kapıya hareketlenir. Ne Çerkes o kapıdan artık girer, ne de Spî ona sarılabilir artık. Kapıdan içeri giren eceldir. Dostun eceli.
Filit, içeriden bazı kişilere rüşvet dağıttıktan sonra sadece 28 gün yatar. Çıkar çıkmaz ilk işi Spî’ye sahip olmaktır. Serbest kaldığı günün ertesi, kalkar kalkmaz Çerkes’in evine gider. Bahçe kapısını demir bastonuyla kırarak açar. İçeri girdiğinde önce kuyudan biraz su çeker ve ahıra doğru gider. Kapıyı açtığında, kar beyaz Spî karşısında korkuyla durur. Kuyudan çektiği suyu Spî’nin üzerine atar. Spî ürkerek geri kaçar. İtaat etmez. Saatlerce uğraştıktan sonra, iki çocuğunun yardımıyla, Spî’yi zorla bir kamyonete bindirerek evine götürür. Spî’nin esareti başlar artık. Yelelerine kadar kararır yüreği. İçtiği suda, yediği yemekte Çerkes’in kanı vardır. Filit, yanına her geldiğinde Çerkes’in cenazesini görür gözlerinde. Nefretle doludur yüreği. Nefretin, kinin rengine bürünür. Bedel ödeme sırası artık el değişir.
Çerkes’in ölümünden üç ay geçer. Filit, koyunlarını otlatmak için hazırlanır o sabah. Küçük bir heybe hazırlar. Su, keçi peyniri, sivri biber ve domates koyar içine. Ahıra doğru gider. Koyunları teker teker bağlayarak çıkarır içerden. Yayan gitmeyi düşünür önce, sonra artık Spî ile bir yola çıkmanın vakti geldiğini düşünür. Spî’nin zindanına giderek kapıyı açar. Spî, yüzündeki nefreti saklar, karanlığını gizler. Bulut beyazını gösterir ecelin yüzüne. Filit, Spî’yi zindandan çıkarıp sürünün önüne sürükler. Tedirgin, korkuludur. Eyerine bir ayağını atarak, Spî’nin üzerine çıkar. Spî hareketsizdir. Dizlerinden çökecek gibi olur, ecelin yükü ağır gelir. Çerkes’in yüzünde gülen yerini hatırlar o an. Yelesinde dolaşan parmaklarının sıcaklığını hatırlar. Buluttan hafif yükünü hatırlar. Direnir ecelin cinayet yüklü heybesine.
Filit, koyunlar ve Spî Kaska’nın dağlık alanına doğru yola çıkarlar. Spî her adımı kurgular kafasında. Her adımı teşebbüstür cinayete. Bedel ödenecektir elbet. Esaret, 28 güne denk değildir Spî’nin eyerinde. Her adımı teşebbüstür intikama. Koyunlar arkada, Spî ve Filit önde, kayalık bir tepeye doğru gelirler, karşıda Ararat’ın sisli bakışı eşliğinde. Artık kontrol Spî’nin elindedir. Bir adalet kuytusu seçer kendine. Değiştirir rengini, yelelerinden eyerine kadar karanlığa bürünür. Gösterir ecelin yüzüne nefretini, intikam manzarasını. Birden hızlanır, adalet kuytusuna çeker Filit’i. Ayaklarını, Ararat’ın zirvesine değecek kadar kaldırır. Zıplamaya başlar göğe doğru. Çerkes’in peşine iz olan Filit’in ayaklarından birinden kurtarır bir eyerini. Filit düşerken, sağ ayağı Spî’nin eyerine kilitlenir. Spî, adalet kuytusundan, Ararat’ın sislerini dağıtan Çerkes’in gülüşüne doğru koşmaya başlar. Dosta, umuda, adalete doğru. Her adımda Filit’in bir parçası dağılır adalet kuytusuna. Çöldeki kumlardan bile daha kurudur kanı. Kaybolur toprağın üzerinde. Bedeli budur dosta vurulan demir bastonun. Filit’in cesedi hiçbir zaman toparlanamaz. Ararat izler, Ararat bilir sadece yerini. Spî’nin yelelerini göremez kimse o günden sonra. Ararat saklar, Ararat bilir kuytusunu.
* Bu hikayede geçen kişiler tamamiyle hayal ürünü DEĞİLDİR!
Görsel: https://kanvasevim.com/urun/beyaz-at-kanvas-tablo/
Bu konuda geri bildirim bırakın