Ekim 22, 2024
Edebiyat Kitap Kültür & Sanat

Yazar Adnan Gerger ile Söyleşi

Edebiyat dünyamızın saygın kalemlerinden olan yazar, Adnan Gerger ile unutulmaz bir söyleşi gerçekleştirdik. Yazarlığının yanı sıra uzun yıllar gazetecilik yapmış ve birçok değerli ödüle layık görülmüş, usta kalemlerden biri olan Adnan Gerger, kitaplarıyla gerçek hayattan izler taşıyan, cesurca değindiği konularla ülkemizin derinlerine işleyen eserlere imza atmıştır. Yayınlandığı dönemlerde büyük ilgi gören ve birçok ödül kazanan kitapları, geniş okuyucu kitlesine ulaşarak toplumda önemli etkiler yaratmıştır.

Adnan Gerger, üç cümlelik bir öykü olsaydı…

Mahcup, yorgun, alçak gönüllü, yüreğini mürekkepten bulanmasına hiçbir zaman sesini çıkarmadı. Görkemli ama bir o kadarda çetrefil hayatının içerisinde gerçek olan tek şey, sürüngen ve ikiyüzlü kalabalığın ortasında büyük sabırla susmasıydı aslında. Susardı; yıldızların yakalanmaya çalışıldığı gecelerde düşlerini teslim edeceği kimsesi yoktu, harflerden başka.

Doğduğunuz ev üç cümlelik bir öykü olsaydı…

Şimdi hiçbir şey ulaşmıyor, hüzünleri zamana mühürlenmiş o eve, hiçbir şey. Ne çakılları sürüklerken kadim duygulara ulaştıran, neşesini çoktan yitiren Tigris’in zılgıtı ne Fis Kayasının çağrısı ne dört ayaklı minarenin yürek yakan uğultusu ne de sürme kirpiğin, zeytin gözlerin, ay ışığından çalınma gözyaşların, zifiri kâküllerin hıncı… Yüz bin yıllık ihtişamıyla merhametin ve masumiyetin terk ettiği topraklar üzerinde insanın acısını püsküren Karacadağ’dan örülü ev evsiz artık, yerle yeksan edilen.

Yazar olmak isteyenler için çok önemli bir soru. Kendinize ne zaman “Ben yazarım.” demeye başladınız?

Günümüzde böyle bir soruyla karşılaşmak çok zor… Bu nedenle edebiyat mecrasında söz dalaşı yaratacak ve konuşulmak istenmeyen, görmezden gelinen ve sorulması dahi istenmeyen bu sorunuza ben de tüm içtenliğimle hesap kitapsız yanıt vereceğim. Bir yerlerde kalsın, geleceğe sarksın.

Sorunuzu okuyunca aklıma hemen 1995 yılında Ekin Yayınları’ndan çıkan Roland Barthes’in “Yazarlar ve Yazanlar” adlı deneme kitabı geldi, gülümsedim ama niyetim felsefi bir yanıt vermek değil. Şimdi siz, benden “Ben kendime yazar demedim, yazarlık unvanını bana kitaplarım verdi.” diye yanıt vereceğimi sanıyorsunuz ama yanılacaksınız. Sizi anlıyorum, bir kitabı yayınlanan her kimse “yazar”, bir şiir yazan her kimse “şair” olarak kendisini ilan edebiliyor, kabul de görüyor. Elbette yazar olmanın bir koşulu, bir diploması yok ama bir insanın kendisine yazar demesiyle de yazar olunmuyor. “Ben yazarım” demek de o kadar kolay olmamalı. Neden olmamalı, anlatacağım ama yeri gelmişken söyleyeyim: Günümüzde diğer sanat, kültür alanlarında olduğu gibi edebiyatın ve yayıncılık sektörünün de siyasi erk (ülke yönetimi ve belediyeler gibi) tarafından yönetilmek kendine yontulmak istenmesi, diğer yandan hayat pahalılığıyla birlikte sıradan bezirgân mantığıyla rant alanı olarak görülmesini (endüstrileşmesini) hatta yayıncılık sektörünün yaklaşımlarını da enikonu açık yüreklilikle tartışılmasının gerektiğini düşünüyorum.

Şimdi asıl konumuza tekrar geri dönelim. Her şeyden önce gerçek anlamda ve nitelikli yazar olmanın bir ölçütü olduğunu düşünüyorum ki bunun başında profesyonel olmak geliyor. Hayır, yazım ve imla kurallarını bilmekten, yazma hevesi olandan, özgün ve yaratıcı yetenekten bahsetmiyorum. Benim diyeceğim başka. Çok ütopik ya da idealize etmişim gibi gelebilir size, gelsin: Bir insan yazar olmak için hayatını yazarlığa (ve tabi ki okumaya da) adamalı. Yazarlıktan başka bir işi olmamalı. Yazı işçisi, yazın emekçisi olmalı. O zaman bana, “Bu açıdan bakarsak Türkiye’de birkaç isim dışında yazar yok.” diyebilirsiniz. Doğru. Ben de değilim, bu anlamda. Oysa ben kendimi bildim bilelim yazıyorum. Yazarak hayatımı kazandım. Yazmak bir yaşam biçimim ama bildiğiniz gibi ben gazeteciydim (Ki gazeteciliği edebiyata da küçük yaşlarımdan itibaren duyduğum ilgiden dolayı seçmiştim.) Ancak buna rağmen haber yazmak, makale yazmak “yazar” olmak değildi. Herkes yazarlığı bir uğraş, bir heves ya da bir emeklilik işi olarak yapıyor.

Günümüze baktığınızda birkaç isimden başka bu anlamda yazar kimse yok. İsim vermek istemiyorum. Yazarlara bakıyorsunuz herkes bir meslek dalında çalışıyor ki bunların çoğu öğretmen… Bunu küçümsediğim için söylemiyorum. Faulkner de iyi bir yazarın ekonomik özgürlüğe ihtiyacı olmadığını söyler. Yani hayat gailesi içerisinde insan ağzıyla kuş tutsa nasıl nitelikli en üst düzeyde bir yapıt üretebilir ki… Dünya literatürüne baktığınızda yapıtlarıyla kendini kabul ettirmiş yazarların neredeyse tümü yazmaktan başka bir iş bilmeyenler. Evet, başka işlerde çalışmışlar filan ama yazmaya karar verdiklerinde de dünyadan elini ayağını çekmişler desek yanlış olmaz. Bir yazar, ekonomik olarak başka bir işte de çalışabilir ama benim bu görüşteki ısrarım, yazar olan kişinin bir işte çalışması epistemolojik anlamda son derece yetkinleşmiş kişi olmasının önündeki engel olmasını bildiğimden.

Türkiye’de yazar olmak kolay mı?

Kolay kolay, çok kolay… Ver parayı çal düdüğü. Ne yazarsan ve nasıl yazarsan yaz, ver parayı bastır kitabı ol yazar. Yoksa hayat pahalılığının bunca yoğun, yoksulluğun bu kadar derin arttığı bir ülkede ve yayıncılık sektöründe kriz var denilmesine rağmen bunca yeni yayınevinin kurulmasının başka ne anlamı olabilir ki… Bu ülkede bir yılda basılan kitap sayısına bakılırsa ne kadar kolay yazar olabildiğini görürsünüz. Ha bir de yayınevlerinin ve genel yayın yönetmenlerinin etrafında oluşan kafakol grupları var, bu grupların içinde yer alan kerameti kendinden menkul ve her yazdığı çok makbul insanlar var, bazı genel yayın yönetmelerinin eteğine ve yayınevlerinde sözü geçerli bazı yazarların gölgesine sığınanlar var, arkalarında pohpohlayanları olanlar var, yalakalar var, atölyeler var, var da var. Türkiye’de kolayca yazar olmanın türlü türlü yolları var.

Ama nitelikli bir yazar olmak isterseniz, iş başka. O kadar zor ki. Ejderha olsan kâr etmiyor.

Kitapların geleceği nereye gidiyor?

Nereye gidecek, uçuruma… Uçuruma itekleyenler arasında en başta göz okuyucuları, sonra edebiyattan iyice kopan endüstrileşen, edebiyat adına edebiyatı katleden yayıncılar ve okumaz ama kendisine yazar adını veren yazanlar geliyor. Bunlar bir tarafa asıl tehlike, teknolojinin ve iletişimin elektronik gelişimiyle hız çağının yaşanması ve yapay zekânın edebiyata burnunu sokması. İnsanların okumaya zaman bulamadığından ziyade, onca dakika bir metni okumaya tahammülleri yok. Sosyal medyadaki kısacık mesajlar bile okunmazken bir kitaptan söz etmek cesaret işi. Kitaplar, kitap okumak gelecek dünyamızda ancak akademisyenlerle (eğitim ve öğretim alanından söz ediyorum) edebiyatı içselleştirmiş ve uzmanlaşmış insanların ilgilendiği şey olacak.

Artık birçok platformdan sesli kitap dinleyebiliyoruz. Siz dinler misiniz? Nasıl bakıyorsunuz sesli kitaplara?

Ben sevmiyorum. Okumanın kitaba sayfalara dokunmanın ayrı bir zevki var. Bir ritüel. Ancak görme engelliler ya da buna benzer zorunlu haller için gerekli olduğunu da düşünüyorum.

ChatGPT kullanıyor musunuz? Sizce yazarlık mesleği için tehlike arz ediyor mu?

Yazarlık bir anlamda yeni dil yaratan, dilin olanaklarını kullanarak ona anlam ve duygu yükleme sanatıdır. Bu yazarın bir yaşamının entelektüel deneyimidir. ChatGPT kullanmama nedenim budur. Beni yansıtamaz. ChatGPT, istenildiği kadar geliştirilsin hatta günlük yaşamda insanın yerini alsın yine de estetik değerler açısından insan zihninin ve dilinin olanaklarına erişemez. Öte yandan bu sözlerimle zıtlaşsam da yazarlık mesleği için büyük tehlike olmaya başladı bile. Daha geçenlerde aralarında büyük yayınevlerinin de bulunduğu bir tartışma yaşandı. Çevirilerde ChatGPT kullandıkları ortaya çıktı. Bu yayınevi açısından hem hız, hem bedava hizmet hem de büyük kazanç demek… Bu tartışmanın odak noktasına olan yayınevleri, şimdi kendi kazanında pişirdikleri yazarlara kamuoyunun gündemindeki temaları verip hemen roman öykü yazdırtıp allayıp pullayıp piyasaya sunuyorlar ya, yarın bu yazarlarına kış kış deyip ChatGPT’i kullanarak kitap yazdırtabilirler.

Türkiye’deki yazarları yeteri kadar cesur buluyor musunuz? Ya da şöyle sormalıyım, edebiyatçı cesur olmak zorunda mı?

Türkiye’deki yazarların hiç biri cesur değil. Cesurmuş gibi görünüyor ya da gösterilmek isteniyor ama işin aslı hiç de böyle değil. İddialı konuşuyorum, kim olursa olsun bütün yapıtlar otosansürlü, sansürlü yayımlanıyor. Nereden mi biliyorum. Yapıtlarda imgelerin, betimlemelerin, üstü kapalı sözcük ve cümlelerin, aforizmaların bunca yoğun kullanması, temaların birbirine benzemesi, anlaşılmaz mırıldanmalarla dolu metinlerin postmodernite anlayışıyla maskelenmesi bu söylediklerimin bir kanıtı.  Ben inanıyorum ki Türkiye’de otosansür ve sansür olmadan yapıtları yazıldığında dünyada tartışılan yapıtlar olur. Şimdi bir kere tarihin her döneminde ve her yerde sanat ve düşünce siyasi yönetimler her zaman siyasi yönetimler tarafından kontrol edilmek, yönetilmek ve baskı altına alınmak istendiği gerçeği var. Bizim gibi ülkelerde bu gerçek daha gerçek. Demokrasinin, düşünce ve ifade özgürlüğünün, medya özgürlüğünün, temel insan hak ve özgürlüğünün tartışıldığı bir ülkede yaşarken bir sanatçının cesur olmasını nasıl beklersiniz? İşin diğer boyutu da yayınevlerinin yayın politikaları ve başlarını belaya sokmak istememeleri. Bu devirde kitapların toplatıldığı, yasaklandığı, poşete sokulduğu, yazarların gazetecilerin düşünce suçlarından hapse atıldığı, insanların haksızlıklar karşısında sustuğu bir ülkede cesur olsan ne olur ki?  Zaten cesur da bir kerelik cesur… Anında saf dışı kalıyorsun ve yapayalnız bırakılıyorsun. Bir yandan edebiyatçı hem içten hem de dışarıdan sansürlenirken diğer yandan edebiyatçı elbette cesur olmak zorunda… Bir paradoksal durum bu… Türkiye’de edebiyat ediminin dışarıda adının duyulmaması nedenlerinden biri de gem vurulmuş içeriklerle yapıtların üretilmesi değil de nedir? 

Edebiyatçıları bazen hata yaparken bazen suç işlerken duyuyoruz. Yıkılıyoruz ya da çok öfkeleniyoruz. Yazarlar iyi insanlar mı olmalı? Kötü insanın iyi eseri okunur mu?

Sanatçılar hayata ve insana, yaşamına diğer insanlar gibi değil, sorgular, daha farklı bakar ve yorumlar. Işığı, rengi, karanlığı, doğayı başka görür, başka türlü anlar. Bu farklılığını sadece bilgi ve birikiminden elde etmez, edemez.  İçsel bir şeydir bu. Her sanatçının ayrı bir dünyası ve ayrı bir ruh hali vardır. Birden çok kişiliğe sahip olabilirler, hatta delimsirektiler özel hayatları çılgındır. Onların da bu özelliği suç işleme özgürlüğüne sahip anlamına da gelmediği gibi bu özelliklerinden dolayı kötü insan diye de nitelendirilmesine karşıyım. Çünkü distopik ülkelerde bu özellikler başlı başına bir suç unsuru olarak kabul edilir ve edebiyatçı sanatçı dendi mi ta baştan suçlu olarak kabul edilir. Hataya gelince herkes hata yapabilir, yanılabilir. Bu son derece insani bir şeydir.  Şimdi burada tartışılacak asıl konu “Suç” derken neden bahsettiğimiz. Suç bir kere tek başına işlenmez. Evet, suçu gerçekleştiren bireyin kendisidir ama o bireyi suça itekleyen nedenler, koşullar ve ortamlarda o suçun bir parçası sayılmalı. Hem suç derken, toplumun genel ahlak değer yargılarına karşı çıkmaktan mı, geleneksel yaşam normlarını reddetmekten mi bahsediyoruz yoksa hırsızlık, yolsuzluk, dolandırıcılık, cinsel saldırı ve şiddet, cani olma vs. gibi bireyin can ve mal güvenliğini, toplumun düzenini bozan suçlardan mı? Çok ender de olsa bireyin can ve mal güvenliğini ve toplumun düzenini bozan adi suçları işleyen edebiyatçılar çıksa bile bu suçları işleyen kim olursa olsun olarak kabullenilmesini, hoş görülmesini doğru bulmuyorum. Tam da burada ben sizin “Bir edebiyatçı suç işlerken yıkılıyoruz, öfkeleniyoruz,” sözünüzün üstüne gitmek istiyorum. Bu söylediğiniz etik olarak kulağa da hoş geliyor ama itiraf etmemiz gereken bir durumu da ortaya çıkarıyor. Yıkılmamız öfkelenmemiz üzüntümüzden değil, daha ne olduğu anlamadan direk olarak bu duygularımızı o edebiyatçıyı “linç” etmek için harekete geçiriyoruz. Empati yaparak kendimizi edebiyatçının yerine koyduğumuz için değil. Bazı odaklar tarafından çok iyi yöneltilen sürü psikolojisine kendimizi teslim ediyoruz. Bir iddia, bir söylenti dile getirildiği o an hemen ceza kesiliyor. Ne çabuk mahkeme kuruldu, ne çabuk iddialar, söylentiler doğru kabul edildi, kanıtlandı ve karar verildi, anlayamıyorsunuz. Gemiler yakılıyor, geri dönüşü de mümkün olmuyor, nice değerler yok oluyor. Haydi, daha açık bir şekilde söyleyelim ki; herhangi bir sanatçıya, yazara karşı hayranlık beslendiği gibi gizli kin de beslenir ki bu duygu daha baskın ve büyüktür ve gizlidir. Sanatçı başarı elde ettiğinde alkışlanır, bir suçla itham edildiğinde bile hemen herkes kinini kusar ve hükmünü verir)Şimdi suçluluğu yasalar önünde kanıtlansa da kamuoyunda yargısız infaza kurban edilse de eğer nitelikli, özgün bir eser üretmişse neden okunmasın ki? Biz onun işlediği suçunu mu okuyacağız yoksa iyi eserini mi? Yazarlar, iyi insan olmak zorunda da değil, herkesin kendisini melek gibi gösterdiği bu zamanda varsın kötü insan yazarlar olsun, keşke tüm kötü insanlar yazarlar gibi olabilse. Hem artık kim iyi ki, kim masum ki, kim günahsız ki? Hadi canım.

Haruki Murakami, “Mesleğim Yazarlık” kitabında romancılar arasında kıskançlık olmadığını, başka mesleklerden insanların roman yazmalarını desteklediklerini ve roman yazmanın sabır ve süreklilik gerektirdiğini belirtir. Herkesin daima roman yazamayacağını bilmek, yazarlar arasında rahat bir atmosfer oluşturur ve bunun da yazarlar arasındaki rekabeti engellediğini savunur. Siz yeni yazarları bu rahatlıkla mı destekliyorsunuz? Gerçekten kendinize rakip yazarlar çıkmasını istiyor musunuz? Kıskanç mısınız?

Haruki Murakami büyük bir dikkatle ve çok önemsediğim yazarlardan birisi. Dünyanın sorunlarını, zihinsel oyunlar oynayarak ve okuyucunun nabzını devamlı elinde tutarak romanın içinde kurmasına bayılıyorum. Ancak kıskançlık konusunda Murakami’ye asla katılmıyorum. Kendisi kimseyi kıskanmaz elbette çünkü kıskanılan bir yazardır. İyi yazan romancı her zaman diğer romancı tarafından kıskanılır. Roman yazma konusundaki fikirleri ise benim de motamot savunduğum fikirlerdir. Yayımlanmış roman sayısının azlığı, roman yazma tekniğinin zor ve karmaşık olmasından; sabırlı, sürekli ve disiplinli çalışmayı gerekmesinden ileri geliyor. Her şeyden önce kurmacayı hele girift kurmacayı yapamazsanız roman yazmış sayılmazsınız. Roman yazma kuramını da bilmek hem de iyi bilmek işin artısı. Yok, roman zor yazılıyor diye değil, iyi edebiyatın niteliği ve okurun kalitesinin yükseldiği anlamına yorduğum için. Yılda bir roman yazan yazarların okurlara sanki dünyanın en iyi romanı gibiymiş gibi lanse edilmesine de tahammül edemiyorum. Bu tutumum kıskançlıktan değil, niteliksiz metinlerin iyi roman diye okurlara yutturulmasını hazmedemiyorum. Ben gençleri tüm yüreğimle destekliyorum, hem de pratikte. Onları okurlara tanıtmaya çalışıyorum, heveslendiriyorum. Çünkü ürettikleri gerçekten iyi şeyler ve devam etmelerini istiyorum. Biliyorum ki aralarında ileride bana rakip olacak yazarlar olacak.

“Faili Meçhul Öfke” Yunus Nadi Roman ödülüne layık görülmüştü. Aynı zamanda “Firar Öyküler” döneminin en çok satan kitaplarından biri olmuştu. Ödüller ve satış rakamları iyi edebiyattan anlar mı? Siz kitaplarınızı seçerken yazarın aldığı ödüle veya çok satmasına dikkat eder misiniz?

Bu sorularınıza yanıt vermek resmen kabuk bağlamış yarayı kaşımak gibi. İnanın kitaplarımın ne ödül alışında ne de çok satılmasında gözüm var. Kitapları satın alacağım zaman ne ödülüne ne çok satılmasına ne de yayınevine dikkat ederim. Benim tek kriterim nitelikli edebiyat… Hemen bu sözümden ödülleri ve çok baskıları yadsıdığım anlamını da çıkarmayın. Hani ben çok sayıda ödül almış bir yazar olarak demiyorum ama edebiyatta gerçekten çok iyi değerli ödüller var. Ve çok baskıyı hak etmiş iyi kitaplar da yayımlanıyor. Benim itirazım eş-dost akraba ödülleri. Nasıl belediyeler kitap fuarları ve etkinlikleri düzenlendiğinde herkes her yıl kendi adamını çağırıyorsa bu çerçevede verilen ödüller de ödül sayılmaz.

Çok satan kitaplar konusunda ise altını çizmek istediğim şey ise, her çok satan kitap kötü kitap değildir ama okurun aldatılmasıdır, yönlendirilmesidir. Önemli olan burada okurun reklamasyonlarla ve popülist kaygılarla kendini o kitabı satın almaya mecbur hissetmemesi. Yani bir diğer deyişle, çok satmadaki itirazım da tekelleşmiş ve endüstrileşmiş yayıncılık sektöründe okuyucular hepsi belli başlı yayınevlerinin yayımladığı kitaplara yönlendiriliyor. Daha doğrusu bir avuç kalan okur, bu yayınevlerinin kitapları almaya şartlandırılıyor. Dergilerde hep bu yayınevlerinin reklamları, reklamı yayınlanan dergilerde ve yazılı ve görsel medyada yine reklam mantığıyla yayımlanan tanıtım yazıları, kitapevlerinde bu yayınevlerince satın alınan raflar, okuma grupları gibi edebiyatsever topluluklarının düzenlediği etkinliklerde yine bu yayınevlerinin isteği ve belirttiği yazarların çağrılması, fuarlarda büyük dev stantlar açan bu yayınevlerinin yazarlarının ön plana çıkartılması kitap satışlarını etkiliyor. Bu benim için makbul değil. Makbul olan okurun kendi bilinciyle kendi okuma zevkine göre bir kitabı alıp da okuması ve onu yorumlamasıdır

Kitaplarınızı okuduğumda mutlaka yaşanmıştır hissine kapılıyorum. Büyük oranda yaşanmış hikâyeler mi? Tamamen kurgu mu? Gazetecilik gerçeklerden beslenirken, edebiyat ise biraz gerçek biraz düş… Uzun yıllar başarılı gazetecilik sürdürmüş olmak, edebiyatçı kimliğinizi ve eserlerinizi çok etkilemiş olabilir mi? Bu açıdan baktığınızda edebiyatınızı kendiniz nasıl değerlendirirsiniz?

Edebiyatta hayatı kurgulayamazsınız ama kendi yeteneğinize göre yeniden kurarsınız. Metinlerimde yer alan hikâyeler, benim hayatın içerisinden yonttuğum ama kesinlikle bir kurmacayla yeniden yarattığım hikâyelerdir. Herkesin yaşadığı hikâyelerden besleniyorum. Gazetecilikte tanıklık ettiğim hikâyeler, yaşanmışlıklar kurgumu geliştirdi ve bu kurguyu düşlerimle birleştirdim. Birleştirmeyi başardım. Herkes gazetelerin üçüncü sayfa haberlerini okuyarak edebiyatçı olurken ben o hikâyeleri birebir yaşıyordum. Bu anlamda gazetecilik yapmak benim için büyük bir şanstı.. Bu iyi yönüydü kötü yönü de var. Kötü yönü ise gazetecilik edebiyatımı çok zorladı. Özellikle dilimi… Bunu kırmak için çok uğraş verdim. Herkes bir kitap okurken ben bin okudum, herkes bir yazarken ben bin yazdım. Gazetecilikle edebiyatın dili ayrı olduğu gibi şiirin, öykünün ve romanın da dili ayrı ayrıdır. Bundan öte iyi bir yazar kendi disiplininde üretirken kendi dilini yeniden doğurması, yoğurması gerek. Adeta yeni bir dil yaratması gerek. Bu nedenle yazdığım her romanın dili farklı olmasını istiyorum ve bir önceki romanı aşmasına uğraşıyorum. Benim romanlarımı okuyan okur, metinlerimde aynı tınıyı yani Adnan Gerger romanı olduğunu hisseder ama hiçbir zaman aynı cümleleri, aynı sözcükleri okuyamaz, hep yeni bir dili hep yeni kurmacalarda tanır. .

Diğerlerinden ayırdığınız “En iyi eserim bu” dediğiniz kitabınız hangisi?

Yüzsüz Hayat adlı romanım.

 Türkiyeli yazarlardan en çok beğendikleriniz kimler? Dünya edebiyatından kimleri seversiniz?

Türkiyeli olarak en çok beğendiğim yazarlar: Yaşar Kemal ve Hasan Ali Toptaş.

Dünya edebiyatından ise klasik yazarların haricinde o kadar çok sevdiğim yazarlar var ki… Bu aralar İskandinav, uzak doğu ve uzak doğu kökenli yazarlar çok dikkatimi çekiyor bu yazarların kitaplarını büyük bir iştahla, merakla okuyorum. İsimlerini yazamadan geçemediğim yazarların bazıları ise şunlar: Fernando Pessoa, William Faulkner, Annie Ernaux ve Jefrrey Eugenides, Dag Solstad.

Bir süre sosyal medyada edebiyat ile ilgilenenler “Türkiye Edebiyatı” değil “Türk Edebiyatı”  tartışması yaptılar. Bu tartışmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben bu soruya sorularla yanıt vermeye başlayayım. Kafka, Becket nereliydi, hangi dilden eserler verdi, bu yazarların edebiyatları hangi ülkenin edebiyatı olarak tanımlanıyordu?  İlk Türk Romanı hangi dilde yazılmıştı ya da ilk Türkçe romanı kim yazmıştı? Şimdi bu soruların yanıtlarını okurların kendilerinin bulmalarını istiyorum.

(Aslında bu tartışmaya, Deleuze ile Guattari’nin çok iyi yanıt verdiğini sanıyorum ama galiba dar çerçeveden bakıldığından görmezden gelindi. Deleuze ve Guattari, Kafka’nın yaptığı edebiyatı minör edebiyat olarak nitelendirirler. Minör edebiyat,  ötekilerin çoğunluğun diliyle yaptığı edebiyattır, ancak bu edebiyatı asıl oluşturan şey majör dilin kurallarının yerle bir edilmesi, yersiz yurtsuzlaştırılması ve majör dili kendi diline göre yeniden kurmasıdır. Minör dilin anlatım olanakları evrenseldir, akımlara ve geleneklere bağlı da kalmaz. Çünkü minör edebiyat salt bir ülkedeki farklı ana dillere sahip azınlıkların yaptığı edebiyat değil aynı zamanda çoğunluğa dâhil bazı kişilerin de siyasi iktidarla toplumun hâkim olan zihniyetinin baskısından da kaçınmak için yaptığı edebiyattır. )

Meseleye Deleuze ve Guattari’nin bilinciyle bakmadığımız takdirde bu tartışmayı doğru yorumlayamayız. Her şeyden önce bu tartışmanın niyetini iyi öğrenmemiz yani alt metnini mertçe okumamız ve söylememiz gerek. Çünkü bu ülkede hangi alanda olursa olsun ne zaman ulusal ve etnik değerler üzerinden bir tartışma yaşanırsa bu tartışma asimilasyoncu ve tektipçi yaklaşımla ele alınır ve iş vatan hainliğine kadar ulaştırılır. Türkçe Edebiyat ve Türk Edebiyatı da hemen bu tartışmanın içine çekildi. Çünkü Türk Edebiyatı denilmediğinde sanki vatan elden gitmiş gibi bir algı yaratılmıştı. Yani edebi ürünü etnik etiketiyle damgalamak ona ideolojik elbise giydirmek ve egemen siyasi erkin hizmetine sunmak demektir.

Bana göre, edebiyat bir etnik ya da ulus kimliğinin ürünü değil dilin ürünüdür. Elbette yazarın etnik bilincini kullanmaması imkânsızdır ama asıl dilin edebi niteliğidir önemli olan, bir yapıtta. Çünkü edebiyat dilin yeniden inşasıdır. Eğer siz bunu salt etnik ve ulusal değerler üzerinden görüyorsanız dünyada ve bu ülkede edebiyatın gelişimini bilmiyorsunuz demektir. Bu konudaki ısrar ne bir kültür savaşı ne de başka bir şeydir, amaç salt ideolojik bir dayatmadır, artık. Uzatmamak için edebiyat tarihine girmeyeceğim ama “Türkçe Edebiyat” denilmesine karşı çıkanların başat savunmaları, neden İngiliz, Amerikan, Rus ya da Fransız Edebiyatı vs. denildiğidir. Bu savunma bile başlı başına kendi içerisinde yanlıştır. Biraz araştırılsa bizde aktarıldığı gibi denilmediği de bilinir.

Doğrusu ben bu tartışmaya uzak kaldım çünkü benim için bu tartışmanın hiç önemi yok. Etnik kökeni ne olursa olsun bir yazar kendisini ifade edebildiği, polemik yaratabildiği ve onu yeniden yoğurabileceği dilde yazabilmelidir. Bu durum kompleks ya da inkar edici ya da çok kültürlü bir yaşamın varlığını yok sayacak bir yaklaşıma neden olmamalı. Bir ülkede çok kültürlü bir yaşama sahip yazarlara saygı gösterilmeli de… Bunun tartışmayla ne ilgisi mi var, diyorsunuz? Aslında bu tartışmada söylenmek istenen şey söylenmediği için böyle semptomatik durum ortaya çıkıyor. Bedel ödemeye gelindiğinde ait olduğun azınlık kimliği, dünyaca kabul gören eser ürettiğinde üzerinde yaşadığın ülkenin üst kimliğiyle ilan edileceksin. Neymiş, üretilen eser üst kimliğin dili. Yok, böyle bir şey… Bu paradoks da bize ait olmalı. Son söz olarak söylemek isterim ki,  edebiyatçı olsun sanatçı olsun kendini ürettikleriyle kabul ettirmişse, yapıtları konuşuluyorsa yeter, senin benim ona yakıştırdığımız çerçeve hiç de önemli değil.

Dünya edebiyatçıları hafife alıyor olabilir mi? Bir edebiyatçının dünyadaki rolü nedir?

Dünyanın aldığını sanmıyorum. Aksine edebiyatçılar dünyaya damgalarını vuruyor, geleceği belirliyor. Özellikle distopik, fantastik, bilim kurgu vs. gibi edebiyat yapıtlarının bilim adamlarının önünde koşması rastlantı mı, hiç de değil. Unutmayın yapay zekâyı yaratılacağını da ilk kez edebiyatçılar dillendirmişlerdi. Eğer düşünürleri edebiyatçı olarak nitelendirirsek bugünü kuranların düşünür olan edebiyatçılardır. Düşünün Homeros’ta Don Kişot’ta geçen hikâyeler olmasa bugüne nasıl gelebilirdik? 

Gazetecilik yaptınız, şiirler yazdınız, dergilerde yazdınız, romanlar yazdınız. Eş oldunuz, baba oldunuz, dede oldunuz. En eşsiz deneyim sizin için hangisi?

Kızım Ceren duymasın, en eşsiz deneyimim Luna’nın dedesi olmak. O benim ceviz içim ve ona hayranım. Kızım Ceren duymasın dedim, çünkü şimdi kapattığım internet sitemde yayınlanınca büyük ilgi gören ona şiirler, mektuplar yazmış bir babayım.

Son olarak bu röportajı okuyan sizi tanıyan ya da tanımayan herhangi birine ne söylemek istersiniz?

İnanın, romanın dünyayı daha güzel yaşanabilir bir hale getirmek için değiştirecek bilinci yarattığına inanın.

Sizi hangi cümle ile hatırlayalım?

Modern edebiyatın öncülerinden Gertrude Stein, son nefesinde “Cevap ne?” diye sormuş. Yanıt gelmeyince gülmüş, “O halde soru ne?” demiş.

Soru ne?

Yazı İşleri Müdürü
Goncagül Yılmaz, İstanbul Üniversitesi Halkla İlişkiler ve Reklam bölümünden mezun oldu. İletişim sektöründe bir süre çalıştıktan sonra uzun yıllar kitap ve yayıncılık alanında faaliyet gösterdi. Sosyal medya yöneticiliği, metin yazarlığı ve senaryo asistanlığı gibi çeşitli görevleri üstlendi. Öykülerinin yayımlandığı Son Gemi, Yazı-yorum, Zamansız ve Kitap Dedektifiyiz dergilerinde yer aldı. Ent Dergi ile tanışması, derginin kuruluşundan kısa bir süre sonra gerçekleşti ve burada kitap incelemeleri kaleme aldı. Derginin “yazı işleri müdürü” olarak emek vermeye ve üretmeye devam etmektedir.Goncagül, yazma becerilerini geliştirmek için Dag Solstad ve Milan Kundera’dan ilham almaktadır. Akşam üstlerini ve yaz yağmurlarını sevmekte, değişimin ve esnekliğin gücüne inanmaktadır.

    Bu konuda geri bildirim bırakın

    • Değerlendirme

    artıları

    +
    Alan Ekle

    eksiler

    +
    Alan Ekle