Ekim 22, 2024
Yaşam

Hannah Arendt: Tırabzansız Düşünmeye Bir Çağrı

“Bu dünya benim dayanamayacağım kadar kötü’’ demişti Bernard Shaw’ın Jan Dark’ı. Muhtemelen birçoğumuzun son zamanlarda birçok kez söylediği veya üzerine düşündüğü bir şey bu. Yaşanılan dönemdeki kötülüklere hayretler içinde bakakalmak. Bakakalmak diyorum çünkü çoğu zaman bütün bu olanları anlamlandıramayıp, zihnimizin zorlandığı, sıkıştığımız, bu kadar kötülük içinde nasıl var olabileceğimizi, nasıl devam edebileceğimizi sürekli sorguladığımız ve adeta dünyaya tepeden bakakaldığımız anlar gün geçtikçe daha da çoğalıyor. Aslında insanlık tarihi boyunca kitlelerin birçok defa yaşadığı bir durum oldu bu. Bütün bu olanlara anlam vermeye çalıştık ama çoğu defa yenik düştük. Kaldı ki totaliter rejimler anlamanın yerine, kayıtsız şartsız itaati isterler. Kayıtsız şartsız itaat ettiğinizde de anlamaya ihtiyaç duymazsınız zaten. Arendt tam da bu noktada anlamayı politik bir eylem olarak sunar bize. Bilinmeyeni bilinene indirgemeye tamamen karşı duran Arendt; “Anlamak, endoktrinasyona karşı olmaktır’’ der. 

Hannah Arendt, insanlık tarihinin en utanç verici dönemlerinden birinde, II. Dünya savaşı zamanında Nazilerin güttüğü antisemitist politikayı ve Yahudi soykırımının yıkıcılığını yaşamış olan; yaşadığı dönemin verdiği şaşkınlıkla olan biteni anlamlandırmak için yaşamı boyunca insani değerleri sorgulayan, totalitarizmi, kötülük problemini korkmadan, büyük bir cesaretle “anlamaya çalışan’’, yargılanacağını bile bile sorguladıklarını korkmadan söylemiş olan, kategorilerle düşünmeye karşı çıkan zamanının hatta her zamanın çok önemli bir düşünürüdür.  Kötülüğün sebebini ortaya koymaya çalışan Arendt, Nazilerin işlediği suçların geleneksel kötülükten farklı olduğunu ve insanca anlaşılabilir sebeplerle açıklanamayacağı sonucuna varmış, bu yeni suç türünü “radikal kötülük” olarak adlandırmıştır. Sonrasında ise eski Nazi subayı Adolf Eichmann’ın işlediği savaş suçları nedeniyle Kudüs’teki yargılanma sürecine gözlemci sıfatıyla katılmış ve bu dava sürecinde kötülüğe ilişkin yeni bir açıklama geliştirerek “kötülüğün sıradanlığı” kavramını ileri sürmüştür.

Arendt’in en büyük şaşkınlığı belki de bu süreçte olmuştur. Söz konusu davanın sanığı Eichmann’ın yargılanma sürecindeki sıradanlığı onu adeta dehşete düşürmüştü. Duruşmadaki tutumu ile bu adam ne bir canavar ne de garip davranışlar sergileyen bir psikopattı. “… bekleyenleri şaşkına çeviren Eichmann, mahkemede Yahudilerden nefret etmediğini hatta yardımını gördüğü ve yardımda bulunduğu Yahudi akrabaları olduğunu söylüyor, kendisinin de bütün normal insanlar gibi kötülükten tiksinti duyduğunu ve acı çektiğini vurgulamaya çalışıyordu. (Arendt 2009: 40) Üstelik Eichmann ile ilgilenen yarım düzine psikiyatri uzmanı ona “normal’’ raporu vermişti. Söylenene göre içlerinden biri genel itibariyle psikolojik durumunun eşine ve çocuklarına, annesine ve babasına, kardeşlerine ve arkadaşlarına karşı tavrının normal olduğunu hatta insanların çok hoşuna gittiğini söylemişti. Hatta bütün bu yaşananlara rağmen hala kendini iyi biri olarak tanımlayabiliyordu. Bu kadar sıradan biri bu kadar büyük bir katliama nasıl sebep olmuş olabilirdi? Aslında Eichmann özel hayatında yaptıklarını kendisinin yaptığını düşünüyor ama kamusal alanda yaptıklarını ise sadece görevini yerine getirme olarak kabul ediyor ve bu yüzden de bunun sorumluluğunu hissetmiyordu. Sorumluluk duygusunu tamamen itaate çevirmiş biriydi Eichmann. 

Peki o zaman bu bağlamda yargı yetisi tam olarak neydi? Hangi koşullarda bu yetimizi kullanamaz hale geliyor ve bunu bu kadar köreltebiliyorduk? Platon bir diyaloğunda şöyle bir soru soruyor: “Hiç kimsenin hatta tanrıların bile olmadığı bir yerde neden kötülük yapmıyorum?’’ Bana zarar vermiş birini neden gidip öldürmüyorum? Bunun nedeni ne olabilir? Sokrates –yani aslında Platon- buna şöyle cevap veriyordu: “Çünkü eve döndüğümde bir katille yaşamak istemiyorum.’’ İnsanın düşüncesinde böyle bir ikilik sistem var. Ben ve kendim. “Kendi kendine konuşmak’’ kalıbı bu yüzden vardır. Peki bunun yargı yetisiyle ilişkisi nedir? Arendt’e göre bu içimizdeki tanık tamamen başkalarıyla ilişkimizden, kamusal alandan gelen bir yetidir. Kamusal alan kısıtlandığında, insanlar bir araya gelip konuşup tartışmadığında, oturup beraber karar vermediklerinde bir süre sonra bu yetileri köreliyordu. Ne kalıyordu geriye akılda? Führer’in yankılanan sesi! Totaliter rejimler niye bu kadar propaganda yaparlar? O sesler kulağımıza yerleşir ve artık o sesin başka bir sesle tartışması pek mümkün olmaz. Bu yüzden ayırt etme yetisi toplumsal koşullara bağlı bir yetidir. İnsanlarla birlikte olmakla beslenen bir yeti. (bkz: Sokrates’in sürekli agorada zaman geçirmesi.) Bu aslında seküler ahlakın temelidir de. Toplumsal kötülük politik bir kavramdır. Hitler’in iyi mi kötü mü olduğu önemli bir soru değildir bu yüzden. Kitlelerin bu hale nasıl gelebildiği, kötülüğün bir mantar gibi nasıl hızla yayılabildiğidir. Çünkü durumu Hitler’e indirgemek bir bakıma buna katılanları aklamanın bir yoludur da. Ve işte Arendt’in dediği gibi kötülük sıradan bir şeye dönüşünce, toplumsal bir hale geliyordu. Kişi illa eline silah alıp buna fiilen katılması da gerekmiyordu; bunu ihbar etmeyerek, susarak, içinden yargılayarak da bu kötülüğe ortak oluyordu.

Eichmann ne Iago’ydu ne de Macbeth ve III. Richard gibi bir “cani” olmasıysa neredeyse imkânsızdı. Terfi etmek için gösterdiği olağanüstü gayreti bir yana bırakırsak, onu harekete geçiren hemen hemen hiçbir şey yoktu. Bu gayret de kendi başına kriminal değildi elbette; bir üstünün yerine geçmek için asla onu öldürmeye kalkmazdı. Eichmann sadece, gündelik dilde söyleyecek olursak, ne yaptığını hiç fark etmemişti. Yani aslında Eichmann sistem tarafından düşünme yetisi elinden alınmış, kendi zihnine kapalı biçimde yaşayan kör bir iradeydi. Totaliter rejimler, bireyleri içerden terörize eder. İşte asıl tehlikeli olanda buydu. İtaat ve görevini yerine getirme, kişinin kendine dair sorumluluğunu alıyordu. Bu tür bir idealizmin altına gizlenmiş kötülüğün sebebini ortaya koymada oldukça ısrarcı olan Arendt de Eagleton’u önceleyerek, Nazi Almanya’sında kötülüğün insanlar tarafından görülür görülmez kötülük olduğunun anlaşılmasını sağlayan bir niteliğini, baştan çıkarıcılığını’’ yitirdiğini ve böylece kendini kamufle ettiğini ifade eder (Arendt 2009: 157). Peki Eichmann’ınki kötülük mü, aptallık mı? Neydi bu? Ne var ki yüzleştiğim şey olabildiğince değişik ve dingin su götürmez gerçekti. Fiillerinin tartışılmaz kötülüğüne ilişkin herhangi derinlemesine bir kaynak ya da güdü emaresini imkânsız kılan faildeki belirgin sığlık ile şaşkına döndüm. Fiililer canavarcaydı ancak fail –en azından çok etkili bir tanesi şimdi duruşmada- oldukça sıradan, alelade ve ne şeytani ne de canavar gibiydi. Onda katı ideolojik kanaatlerin ya da spesifik kötü güdülerin izi yoktu ve geçmişteki davranışlarında göze çarpan tek önemli hususiyet, duruşma esnasında olduğu gibi duruşma öncesindeki polis sorgulamasında da bir şeylerin tamamıyla negatif olması idi: Bu aptallık değil düşüncesizlikti. Gerçeklikten bu kadar uzak ve bu kadar fikirsiz olmak, belki de insanın bünyesinde bulunan bütün şeytani içgüdülerin vereceği zarardan daha büyük bir yıkıma yol açabilir. Aslında insanın Kudüs’teki duruşmadan çıkarabileceği ders buydu. Ama bu bir dersti, sözü edilen fenomenle ilgili bir açıklama veya teori değildi. Bu meseleyle gerçekten ilgili olan suçun -üstelik herkesin emsalsiz olduğunu düşündüğü suçun- türünü tartışmak, fikirsizlikle kötülük arasındaki ilişkiyi incelemekten daha karmaşık gibi görünse de, aslında çok daha kolaydır. Soykırımı açıkça daha önce bilinmeyen suçları kapsayacak bir kavram olarak sunmak, her ne kadar bir dereceye kadar işe yarasa da, pek uygun değildir; çünkü daha önce de nice halklar katledilmiştir. (Arendt 1978: 4)’’

Aslında burada benim vurgulanması gerektiğini savunduğum düşünce ve Arendt’in görüşlerinden çıkarılması gereken en önemli nokta: Arendt’in büyük bir cesaret ve akılla, görünen olguyu daha önce belirlenen kalıplara sokmadan bu kötülüğü ve totalitarizmi anlamaya çalışmasıdır. Anlamak, haklılaştırmak veya eleştirmemek değildi; anlamak, başkalarının zihinlerine ziyarete gitmekti. Empati kurmak değil, kavramaya çalışmaktı. Olguları kafamızdaki yargılara dayanmadan, oldukları biçimiyle kavramaya çalışmak. Cesaret gerektiren işte tam olarakta buydu. Arendt bunu “tırabzansız düşünmek’’ olarak tanımlıyordu. Gerçekten Arendt’in “tırabzansız düşünmek” dediği, illa bir yere dayanmadan düşünmek çok değerli ve Türkiye’nin kültürel düşünsel ikliminde bunun en önemli eksiklik olduğu kanısındayım. Hep donmuş bir çerçeveye gönderme yaparak düşünmek ve davranmak… Bunun da genellikle en laisist, en seküler çerçevelerde bile aslında dinle çok bağlantılı olduğu kanaatindeyim. Bir dogmaya gönderme yapma alışkanlığı çeşitli veçheler kazanıyor sanki. Tuhaf; ama bunu solcusunda da sağcısında da görüyorsun. Yapılan göndermeler farklı olabilir; ama metot aynı. Kendi aklı ile düşünmeye cesaret etmek yok. (Fatmagül Berktay) Ve Arendt’in kötülüğü fikirsizlikle ilişkilendirmesi özellikle günümüzde de tekrar tekrar üzerine düşünmemiz gereken bir konudur. Kendimizden uzaklaşmamak için düşünen zihni her daim tırabzansız bir alanda serbest bırakmak gerek.

İşte Arendt okumak bu yüzden çok sancılı ama bir o kadar da zevkli bir süreçtir. Kendi zamanında da bu kadar eleştirilmesi ve yargılanması bu yüzdendir. Onu okumak, tırabzansız düşünmeye bir çağrıdır. Haklı çıkarmanın, taraftarlık yapmanın değil; kategorilerle düşünmekten kaçınıp her durumda yeniden tavır almanın felsefesini önümüze serer ve bunu yapmak bağımsız ve eleştirel düşünmeyi gerektirir. 

‘’Ben her zaman düşünme ediminebaşka hiç kimsenin daha önce düşünmemiş olduğu gibi başlanması; ama ondan sonra başka herkesten öğrenilmesi gerektiğini düşünmüşümdür.’’ 

-Hannah Arendt

Bu konuda geri bildirim bırakın

  • Değerlendirme

artıları

+
Alan Ekle

eksiler

+
Alan Ekle