Günümüzde oldukça geleneksel ve önemsiz görünür çünkü sıklıkla yinelendiği ve bu sebeple kelimenin tam anlamıyla sıkıcılaştığı için, Avrupa hakkında söylenecek şeyler kriz hali içerisindedir. Avrupa’nın ilk ortaya çıkışından beri bu durum geçerli gibi görünür. Ve bu az çok Avrupa’nın doğal koşulu olarak ortaya çıktığından dolayı, birisi krizin daimi ve sürekli halinin kalıcı olup olmadığını ve hala kriz olarak adlandırılıp adlandırılmaması gerektiğini merak edebilir. Herkes buna alıştığında ve bir beklentisi kalmadığında, bir kriz hâlen krizmidir, ne daha azı ya da daha iyi ifadeyle ne de daha fazlasıyla? Farz edelim ki bir şey sürekli harabeler halindeyse ve insanlar bu harabeleri düşünülebilecek tek yuvaymış gibi benimsemeye başlamışlarsa, hiçbir şekilde değişmiyor gibi göründükleri için bu harabelere alışırlar. Kısmen kısa bir süre sonra başlangıçta harap vaziyette gözüken eninde sonunda dünyanın tek düşünülebilir vaziyeti olarak ortaya çıkar. O zaman kriz bir kriz değil, Avrupa’nın yapısının, gerçek karakterinin tam adı olurdu. Ve Avrupa’daki kriz bu bağlamda yapısal olarak adlandırılmış olsaydı, Avrupa’nın bu sebeple kriz yapısına sahip olduğu söylenseydi, kulağa çelişkili geliyor da olsa, kriz bir başka deyişle Avrupa için (yeni veya belki de çoktan eskimiş) normal olacaktı. Avrupa, sürekli bir kriz halinde olarak, kriz içinde olmazdı yalnızca Avrupa olurdu.
Yine de böyle bir tanım ile elimize geçen nedir? Bir seçenek krizin yani Avrupa’nın gerçekten olduğu şeye (görülen ve hissedilen) evrilmesi, kriz olarak ortada olabilmesi için yeni bir güç kademesine ulaşması gerektiğidir. Eğer Avrupa şimdiye kadarki en yüksek kriz haline ulaşmışsa, durumlar ve yapılar değişebilir, eninde sonunda her şey rayına oturabilir böylece daha iyisine yönelik değişim olası hale gelir. Kriz yani Avrupa, varsayımsal olarak, o kadar radikal hale gelmelidir ki artık normallik olarak kabul edilmesi mümkün olmamalıdır. Yapısal çöküşün olduğu yerde gerçek Avrupa tasarruf gücü de gelişir. Bunu başka türlü ifade edecek olursak, krizin gerçek felaketi insanları Avrupai konfor bölgelerinin dışına çıkmaya zorlamak olurdu. Sol cephede olduğu gibi sağ cephe tarafından da paylaşılan bu varsayım, olayların eninde sonunda iyiye gideceği umudunun ve olayların oldukça kötü olması gerektiği böylece en sonunda en iyisine ulaşacağı inancında kristalleşen metafiziksel bir umudun farklı bir versiyonu olduğu izlenimini verir. Metafizik ile karşı karşıya olduğumuzu “o anı” saptamada karşılaştığımız güçlükte görebiliriz. O an; nihai dönüm noktasının zirvesine giden çetrefilli yolun bittiği, gerçekten ona ulaştığımız noktadır. Bu nokta hem zamansal hem de mekansal bir doruktur. Herkes bu anı hemen bilebilecek ve tanımlayabilecek mi? Olgular kendini bize açıklayacak mı (ve biz kolayca anlayabilecek miyiz)? Bunun nasıl farkına varacağız, felaketin içinde yöntem var mı?
Şimdiye kadar olduğu gibi, her yerde krizin güncel durumunun belirli ve özel olabileceğini işaret eden artan bulgular olmasına rağmen her şey alışıldığı üzere kriz meselesi gibi görünürancak bu her şeyin özellikle kötü göründüğü ve hiçbir şeyin bir şeyleri gerçekten değiştirmeye yetecek kadar kötü olmadığı bir kriz yapısı ile aldatmaca olabilirdi. Zira bir şeylerin kötü olması başlı başına hiçbir şeyi değiştirmez. Bu yüzden, krizin güncel durumunun bize sunduğu eskisinin yalnızca farklı bir versiyonu mudur? Belki herhangi bir şeyi değiştirmeyen ve sanki normalmiş (eski ve yeni) gibi görünen gerilemenin başka bir katmanıdır? Ya kötü olmayan şeyleri normalleştirme hatta daha da kötüleştirmeye yönelik bir eğilim ya da uygulama varsa? Yoksa bu Walter Benjamin’in yüzyıl önce farkına vardığı gibi, “uzaktan şüpheli görüşlerin” Avrupa ve Avrupa kültürünü “isimsiz bir tehlike”den daha fazlası olarak görmediğinin bir göstergesi mi? Belki Avrupa yalnızca bundan ibarettir ve günümüzde sadece kendi yok oluşunun bir tehdidi olarak var oluyordur? Bu sorunun cevabı olarak, Avrupa’nın belirtilerinde mevcut kriz tezahürlerine bir göz atmak yol göstericidir. Bu belirtiler nelerdir?
Süregelen kargaşanın şüphesiz gidişatın içerisinde belirleyici bir siyasi faktör olarak yer alan sözde mülteciler yani mülteci krizi etrafında şekillendiği düşünülebilir. (Bu durum, aniden gönüllü olarak belirli bir işlevi devralmaya zorlanmış Yunanistan ve Malta gibi, Avrupa Birliğinin bazı üyeleriyle olan mevcut ilişkilerini belirler ve gölgede bırakır. Bu durum aynı zamanda sağ görüş partilerinin, Avrupa Birliğinin çoğu üye devletlerinin seçim bölgelerinde önemli bir kazanım elde ettiği belirli bir siyasi durum yaratmıştır. Ayrıca Avrupa Birliği ile karşılıklı olarak en yakın komşularının bazılarının bağımlılık ve bağımsızlığına ilişkin belirleyici bir dış tesir oluşturmuştur örneğin AB’nin Türkiye ile ilişkisi ve Türkiye’nin “mülteci akışını” durdurmadaki rolü gibi.) Mülteci krizi diğer belirtiler ile bağıntılıdır: Kemer sıkma önlemlerinin sürekli kılınan politikası (Yalnızca gerekli olduğu yerlerde uygulanır.) Ayrıca AB’nin nüfuz sahibi üye devletleri ile AB’nin stratejik ve siyasi seçeneklerini belirli ve oldukça önemli alanlarda peşin olarak, sanki ekonomik büyüme ve kazanç politik sansür ve suç işlemekten caydırma dışında bir şey üretemeyecekmiş gibi, kısıtlayan Avrupa dışı ülkeler arasındaki silah ticaretinin sessiz ekonomik politikası ile de bağıntılıdır. Ve kesinlikle halihazırda bahsedilen aşırı sağcı hareket ve partilerin Avrupa boyunca yükselişi ve bunların sonuçları (tüm “çıkış hareketlerinde” olduğu gibi) ile de ilişkilidir.
Burada ya da devamında amaçladığımız şey, AB’nin veya genel olarak Avrupa’nın mevcut kriz yapısının belirtilerinin tam bir listesini sunmak değildir. Yine de, bu belirtilerin sıklıkla ve çoğunlukla AB dışındaki dış koşulların neden olduğu problemlermiş, sanki belirttikleri krizin AB’nin genel yapısına yönelik hiçbir etkisi, ilgisi veya önemi olmayan bir krizmiş gibi sunulduğunu belirtmeyi ilginç buluyoruz. Bu yüzden durum kendine özgüdür: bir yandan krizden neredeyse ayırt edilemeyen devletler topluluğu yapısına sahibiz diğer yandan ise bu topluluk krize garip bir şekilde onun dışında kalan ve ona ait olmayan bir şey gibi davranır.
Ancak, bu belirtilerin aslında yalnızca bir işaret, bir yan etki belki de gerekli hatta Avrupa siyasi kuruluşlarını derinden sarsan bir tamamlayıcı etki gibi kafa karıştırıcı olduğuna inananların sayısı da giderek artmaktadır. Ve şimdiye kadar esas olarak yeni gerici politik gündemlere dönüşebilecek olan şey kesinlikle sağcı harekettir. Ancak bu izlenim durumu değiştirir mi? Bu sorunun cevabı halihazırda bahsedilen kuruluşların ne olduğunu düşündüğümüze göre değişir. AB sağlam bir siyasi çerçeveye sahip midir yoksa beklenmedik karşısında globalleşen dünyada uzlaştırıcı finansal müzakerelerin sahte görünüşleri altından kör çok yönlü sermaye güçlerinin irrasyonel ve temelsiz patlamasına karşı mücadele mi eder? Ya da AB’nin kendisi bu güçlerden hatta belirtilerden biri olabilir mi? “Avrupa bir kriz içerisinde” söz diziminde bahsettiğimiz bu “Avrupa” aslında nedir? Medyada karşımıza çıkandan günümüzde “siyasi” müzakereler olarak adlandırılanlara kadar çoğu söylemde, hatta AB içindeki tartışmalarda bile, Avrupa ve AB arasındaki fark genelde nadiren açıkça sunulsa da, belirgin değildir. Zayıf bir durumda bile olsa, AB’nin varlığı açıkça görülmektedir ancak Avrupa öyle midir? Slavoj Zizek’in ünlü Freudyen soruyu yıllar önce hayata geçirdiği gibi, eğer öyleyse (veya değilse) ne istemektedir?
Sıklıkla iddia edildiği üzere, AB siyasetin genel ve geniş kapsamlı bir mutasyonunun teknokratik yönetime uygulanması mıdır? Avrupa ve AB arasındaki ilişkiden bahsederken tehlikede olan siyasetin hayatta kalması mı yoksa başlı başına varlığı mıdır? Bu belirtiler sadece AB’nin krizini değil, aynı zamanda bir krizi mi, yoksa siyasetin potansiyel krizinin geri dönüşünü mü işaret eder ve somutlaştırır? Ya da bir siyasallaştırmanın belirtileri ile mi uğraşıyoruz?
Giriş bölümündeki “Kriz ve Eleştiri” konusundaki birçok soruyu vurgulamamızın sebebi, Avrupa kavramı ya da fikrinde hâlâ harekete geçirilebilecek ya da en azından düşünmeye ve üzerinde çalışmaya değer bir şey, yerine getirilmemiş bir vaat ya da potansiyel olup olmadığını incelemek istememizdir. Bu cevaplar belki olumsuz olacaktır. Ama belki de, bizi Avrupa politikası olarak adlandırılan ve temsilcisi çoğunlukla Avrupa Birliği olarak anılan şeyin sınırlarını kabul etmeye zorlayan mevcut Avrupa koşulunun yorumlaması içerisinde kalmaya mecbur değilizdir. Peki ya Avrupa yalnızca bir fikir olsaydı? Uğruna mücadele etmeye değer miydi? Bu tarz bir mücadele kavramsal ve siyasi olarak nasıl görünürdü ve kiminle savaşırdık? Bu bir fikir olsaydı, Avrupa’nın, sermaye dolaşımına olanak sağlayan karmaşık ticaret kompleksinden farklı olması gerekirdi. Bu farklı Avrupa hakkında daha fazla şey söylemek gerekirse, mevcut durumda siyasi olarak mümkün ve elverişli gözükenin ötesinde ve ayrı olarak harekete geçirici bir güç üretebilecek şeyler hakkında konuşmak gerekirdi. Ancak bunların hepsi modası geçmiş eski problemlerdir. O zamandan beri, en azından Avrupa felsefesi içerisinde, Avrupa uzun süredir “problemin” adı olmuştur. Ancak biz eski ve sık sık gündeme getirilen, neredeyse sıkıcı bu soruyu Avrupa’nın günümüzde içinde bulunduğu belirli bir tarihsel konjonktürde gündeme getiriyoruz. Çünkü günümüz, “problemi” yani Avrupa’nın içsel ve yerel, yapısal ve yerelleştirilebilir problemlerini sunmuyor. Bu yüzden, Avrupa’nın problematik doğası daha önce de değinildiği gibi içsel Avrupai problemlerden kaynaklanmaz.
Bunun yerine, belki de bu başlı başına bir yenilik olmayabilir, günümüzde Avrupa problemleri açıkça küresel boyutta problemlerdir. Yabancı güçler, birbirlerine düşman olsalar da, Avrupa’ya karşı muhalefet ve düşmanlıklarında garip bir şekilde birleşmişlerdir. Avrupa Birliği’nin dağılmasını destekleyen Avrupa’daki aşırı sağcı güçleri (Bannon ve diğerleri) tekrar tekrar desteklediklerini ortaya sunmaktadırlar. Bir durum karmaşık veya çok katmanlı, anlaşılması güç veya yönelimsiz görünüyorsa, net sınır çizgileri ve net ayrımlar ortaya koymaya yardımcı olur.
Bazen yapılması gereken işleri daha da karmaşıklaştırmak değil basitleştirmektir. Mevcut durum, kesinlikle doğrulanması gereken ve tahrif edilebilecek bir basitleştirme varsayımından başlamaktadır. Bu varsayım şu anki kriz belirtilerinin, “Avrupa’ya, güçsüzlüğe ve hatta Avrupa’daki sola delalet eden enternasyonalist özgürlükçü vizyon eksikliğinin ve krizin doğrudan etkileri ve sonuçları olduğudur. Mevcut koşullar ve Avrupa’daki koşullar altında bu krizin üstesinden nasıl geleceğiz? Mevcut “Kriz ve Eleştiri” konusu kesinlikle bu sorunun yanıtlanmasına katkıda bulunacaktır.
Bu konuda geri bildirim bırakın