Uçup giden zamanın içinde kaybolmuş bir insanım.
Gözlerim bazı zamanlar o kadar buğulu ki önümü göremiyorum, ellerim ve bacaklarım o kadar güçsüz ki adım atamıyorum. Aklım öylesine durgun ki, düşünemiyorum.
Karanlığın ardından güneşin doğduğunu bile bile kendimi o karanlığa hapsediyorum. Peki ne zaman kurtulacağım bu karanlıktan? Belki de hiç kurtulamam, belki de kurtulmuşumdur da kendimi hala orada tutuyorumdur… Ya da karanlık benimdir.
Bir insan, bir insanı ne kadar sevebilir ? İşte bir o kadar fazlası seviyordum onu. Güzel ve kötüydü tüm yaşananlar. İki farklı yöne ayrılmıştık ama tüm bu yaşananların ortasında tutunduğum, sığındığımız tek güç, yaşadığımız o güzel anıların gölgesinin hala üzerimizde olmasıydı.
Onun için her şeyi yapabilirdim, o da biliyordu bunu. Belki de bundan korkuyordu.
Bir sene sonra aynı evde yaşamaya karar vermiştik. Hem sevdiğim insanla yaşamanın , hem de sürekli onu görebilecek olmanın heyecanı vardı içimde ama ben yedi yılın verdiği yalnız yaşama alışkanlığı yüzünden bu zamanları da karanlığa itmeye başlamıştım. Alışması zor oldu, içimdeki sevgi bir şekilde o alışkanlığı yendi…
Sabahları kalktığımda kolumda yatan o kadını görünce her şey bambaşka geliyordu gözüme. O vardı , sadece o… 27 yıllık hayatımda boşa yaşamışım gibi hissediyordum. Sabah kahvaltılarımız geliyor aklıma da ben o zamana kadar kimseyle bu kadar güzel kahvaltı yapmamışım diyorum, hatta ben o zamana kadar kahvaltı yapmamışım veya hiç doymamışım, ona bakınca doyuyordu midem, ruhum, her şeyim…
Yemek yapmayı ve yaparken farklı şeyler denemeyi çok severdi ve en güzeli de yaptığı şeyleri bana denettirme isteğiydi, o kadar tatlıydı ki tepkimi beklerken ki bana bakışları. Tarif etmesi güç bir ışıltıydı gözlerindeki.
Tavşanlı bir ev kıyafeti vardı, artık ev kıyafeti mi, geceliği mi ne denir bilmiyorum çok garip yünlü bir şeydi. Kafasında uzun kulakları ve poposunda kuyruğu vardı. Mutfakta onu öyle gördüğümde alice’in diyarında bir tavşanın bana yemek yaptığını hissediyordum ve ben hiç o kadar güzel bi tavşan görmemiştim bu zamana kadar. Yemek yaparken şarkı dinlemeyi de severdi, ben bilgisayar oynardım o şarkı dinlerdi, beraber dinlerdik ama o açardı. Hatta şarkılara o tavşanlı gecelik, elbise, kıyafet neyse artık onun poposunda bulunan kuyruğu sallayarak eşlik ediyordu. O anlar hala aklımın bir köşesinde kendini hatırlatıyor sürekli.
Artık karanlığı karşıma alabildiğini hissediyordum, karanlığa karşı çok güçlüydüm ve onu yenebilirim diyordum. Güneş bir farklı güzeldi, oksijen daha kaliteliydi sanki. Ben böyle nefes almamışım dediğim çok zaman oldu.
Her güzel şeyin bir sonu vardır derler ya hayatta işte bu güzel şey de bir şekilde bitmeye başlamıştı. Bir çok etken vardı tabii bitmesi için. Gerek ben gerek ise onun tarafından ama sonuç önemliydi ve bitiyordu. İçimde hissediyordum kopuşu, kayboluşu. İçim acıyordu, kalbim sızlıyordu. Kendimi ya giderse gibi düşüncelerden alıkoymaya çalışıyordum ama o gidiyordu . Ve en sonunda gitti.. Belki ben ittim, belki o gitmek istedi, ama gitmişti…
Artık yok gibiydim. İçimde sadece acı vardı, ya ona başkaları dokunsa naparım demekten kafayı yemek üzereydim. Kötü şeyler oldu, çok kötü şeyler… Kopmuştuk artık, o da yoktu…
Sonraki bir haftayı hatırlamıyorum bile neler yaptım , neler yaşadım, nefes aldığıma dair bile sorularım vardı. İkinci Haftada yaşadığımı hissettiğim mesaj geldi ve ağlamaya başladım. O gün fark ettim ki onun bana her gelişi içimdeki dünyayı yeniden yaratıyordu.
Fabrikada öğle yemeği sırasında elinde vesikalık fotoğrafımı tutuyordu. O kadar zaman sonra o kadar yaşanan kötü olaya rağmen elindeydi o fotoğraf ve o kadar sıkı tutuyordu ki hiç bırakmayacakmış gibiydi, belki de hiç bırakmadı… O günden sonra içimde kararan umutlar yeniden günışığına çıktı, hayat yeniden başladı, dünya yeniden doğdu ve yeniden nefes alabildim. Dedim ya onun bana her gelişi içimdeki dünyayı yeniden yaratıyordu.
Çok güzel dans etme isteği vardı içinde. Dans ederken o kadar güzel gülüyordu ki yüzü, delirmemek elde değildi..yine çok güzel dans ettiği bir gün beni gördü, koşup sarıldı. işte o zaman gözünden yaşlar aktı, bir sürü yaş hem de… ama yüzü gülüyordu biliyorum..
Başkasıyla deniyordum yani hayatıma devam ediyordum. Kendimi ite ite yapıyordum bunu, insan kendini başka sevgilere itmeye çalışır mı hiç ? İtiyordu işte.. Artık kendime “dur yapma zorlama kendini” dediğim zamanda sol tarafımda belirdi yoldan geçti, kokusu burnuma geldi.. apar topar kalktım masadan peşinden gittim. Ne sarılabildim, ne öpebildim. Gitmişti.
Bazen “Lan işte bu sefer mahvoldum !” Dediğin an hayat sana elini uzatır ve seni o dipten alır. Çok kez geldi başıma bu, bu kadar şansa hazır mıydım, hala bilmiyorum. Belki de bu seferki şans benim için o kadındı. Kokusuyla, bakışıyla, dokunuşuyla, gülüşüyle o kadındı.. Acaba bu sefer ben mi hayatın elini tutamadım ?
Bizim hikayemiz bir Özdemir Asaf şiiri gibiydi LAVINIA ve şiirin yazılmamış o kıtaları için artık kalem elimizdeydi. Bakalım yazabilecek miydik?