Kasım 21, 2024
Edebiyat Felsefe Kültür & Sanat

Ahlak ve Özgürlük Kavramlarına Farklı Yerlerden Bakış

Özgürlük, yıllardan beri pek çok düşünürün en temel kavramlarından biri olmuştur. Bunun üzerine pek çok kitap yazılmış, eleştiriler yapılmış ve pratik çözümler sunulmuştur. Bu kavram, toplum içinde tek tek bireylerin kendi dertleri haline de gelmiş ve pek çok kişi sorgulamalarıyla özgürlüğü anlamaya çalışmıştır. Aslında her birimizin bakış açısını sistem oldukça etkiler. Ancak biz bunun farkında olamayabiliriz. İçinde bulunduğumuz koşullar, özgürlükten ne anladığımızı, onu nasıl algıladığımızı değiştirebilir.

Özgürlüğü geniş anlamda ve kapsamlı bir şekilde ele alan Nietzsche ve Marx, kendilerine göre bu kavramı anlatmaya çalışmıştır. Her ikisi de bu kavramı ifade ederken farklı anlamlarıyla birlikte ele almışlardır ve bu yan kavramlara değinmeyi mecbur görmüşlerdir. Biri daha bireysel, diğeri daha toplumsal bir noktadan özgürlüğü kavrar; ancak temelde her ikisi de mevcut durumun değiştirilmesinin gerekliliğine inanır. Her iki düşünürün özgürlüğe ve alt bir kategori olarak ahlaka bakış açılarını detaylı bir şekilde irdelemek, bu kavrama dair bazı yeni fikirler edinmemizi ve birey ve toplum bağlamında aralarındaki farkı daha iyi anlayabilmemizi sağlayacaktır.

Nietzsche: Tanrının Ölümü, Nihilizm, Üst-İnsan ve Özgürlük

Nietzche’ye göre Sokrates’in düşüncelerinde temelini bulan Batı felsefesi ahlak görüşü, insan yaşamına ve doğasına aykırıdır. İnsanlık tarihine ait bu zamanı, Avrupa tarihinde kabul görmüş tüm ahlaki yapının çöküşü olarak görmüş; Tanrı’ya inancın ve ahlaki düzenin artık idame ettirilemeyeceği bir zaman olarak anlamıştı Nietzsche. İnsanın doğası olarak gördüğü tutkulu ve kuralsız olma ediminin, Batı metafiziği tarafından disipline edildiğini ve onun yerine uysal ve itaatkar yapay kişilikler yaratıldığını savunur.

O, “Tanrı öldü” diye haykırır. Ama düşünülenin aksine bunu bir son nokta olarak değil; ancak bir dönüm noktası olarak kabul eder.

“Tanrı öldü” sözüyle ilgili en yaygın yanlış anlaşılma, onun ateizmle birbirine karıştırılmasıdır. Burada Nietzsche’nin yapmaya çalıştığı şey ateizm olumlaması değildir. Tanrı’nın ölümü bir olay iken ateizm bir inançtır. Yine de Nietzsche, Tanrı’nın ölümünü, basitçe olgusal bir olay olarak değil; fakat tarihsel bir olay olarak ele alır. Bununla birlikte Nietzsche’nin, Tanrı’nın varlığı ya da yokluğuyla ilgilenmediği çok açıktır. Tanrı inancının yitimi insanlarda zaten mevcuttur. Tanrı’nın ölümünün en can alıcı noktası bunca zaman oturmuş ve yaşam biçimini ayakta tutan değerlerin, değersizleşmesidir. İşte Nietzsche de tam olarak bununla ilgilenir. Onun üst-insan ile ilgili düşüncelerine aşağıda değineceğim.

Nietzsche, bilime ve demokrasiye inanmadığından, Tanrı’nın ölümünü aslında kötü bir şey olarak görür. O, Tanrı’nın öldüğünü söylerken, insanın dünyada belli bir düzen içinde olmadığını; mutlaklık, saf akıl gibi kavramların aldatıcı olduğunu ifade eder. Bu ifadelerden de yine klasik felsefeye ne kadar karşı olduğunu anlayabiliriz. Tanrı’nın ölümü düşüncesi, eski değer yargılarının yozlaşmasının ve bu yozlaşmanın insanı nihilizme sürükleyeceğinin bir ifadesidir. Bu bağlamda o, nihilizmi insan varlığı için büyük bir tehdit olarak görür. Nietzsche bu ifadeyle aslında, dini kesinliğin, Tanrı’nın ve hiçbir nihai kesinliğin bulunmadığı bir dünyanın gelişinin haberini vermek istemiştir. Yani her ne kadar nihilist olarak görülse de aslında nihilizmi reddetmiştir fakat onun kaçınılmaz olduğunu da sıkça dile getirmiştir.

Nietzsche, Tanrı’nın ölümünü bir gereklilik olarak görmüştür. Bu yüzden üst-insanı getirecek olan Tanrı’nın ölmesi olayının gerçekleşmesi zorunludur. Nietzsche için Tanrı’nın ölümü bir bakıma endişe vericidir; fakat yine de insanın anlaşılmaz olan doğasını yenmesi için bu gerçekleşmelidir. Eğer insanın bir gücü olacaksa, onu kısıtlayabilme yetkisini elinde bulunduran bir başka gücün olmaması gerekir. Bu yüzden insan başkaldırmalı ve özgürlüğünü ilan etmelidir. Görülüyor ki bu felsefe, ‘Tanrı yoktur’ tezinden çok ‘Tanrı olmamalıdır’ tezini savunur. Bir başka ifadeyle; Tanrı varsa özgürlük yok demektir.

Görüldüğü üzere Nietzsche, Tanrının ölümü ile özgürlüğü yani bir noktada nihilizm ile özgürlüğü büyük bir ilişki içinde görmüştür. Ona göre özgürlüğe ulaşmanın yolu, yeni değerler yaratmak ve nihilizmin üstesinden gelmektir. Bunu yapmak için ise insan problemini çözmek gerektiğini söyler. Bu durumda yeni tip bir insana gerek duyulur; hatta ona üst-insan adını verir. Ancak bu üst-insan, yeni tip felsefeyi ortaya koyabilir, yeni değerler yaratabilir ve nihilizmi ortadan kaldırabilir.

Buradan Nietzsche’nin üstün insan olarak bahsettiği kavramın, gücü elinde bulundurup her türlü şiddeti kullanan insan olmadığını bilmek gerekir. Ona göre üstün insan köle ahlakına sahip olmayan, anlamı ve dünyayı yaratabilecek insandır. Yani aslında bu üstün insanın, efendi ahlakının geçerli olduğu toplumda ortaya çıkacağı sonucuna ulaşılabilir.

Nietzsche’ye göre yerleşik ahlak anlayışını anlamsızlaştırmak, üstün insanın ortaya çıkışı ile gerçekleşir. Geçmişin değer olarak gördüğü ancak gelecek için bir engel oluşturan ahlak anlayışının ötesine geçen kişi, ona göre üstün insandır. Gerçek anlamda özgür insan da; dünyaya bu yerleşik ahlaki yargılarla değil, kendi ahlaki değerleri ile bakabilen ve dolayısıyla yaratıcı potansiyelini ortaya çıkarabilen insandır. Yani kendi özgür iradesini görünür kılmış ve bunu da yeni değerler yaratarak yapmış olan insanın özgürlüğe ulaşmış olduğunu söyler.

Bu noktada şu soru karşımıza çıkıyor: Özgürlüğe kimler ulaşacak? Nietzsche’nin üstün insan ile anlattığı şey, yalnızca belli ahlaki değerleri aşmış olan ve köle ahlakına sahip olmayan insanları kapsar. Dolayısıyla o zaman toplumda belli bir kesim özgürlüğe ulaşacaktır. Bu toplam, oldukça az sayıda insandan oluşur. Ancak yine de özgürlüğün vuku bulması bakımından Nietzsche için özgürlüğe yalnızca az sayıda ve üstün insanların erişebilmesi bir problem oluşturmaz.

Marx: Yabancılaşma, Devrim, Toplumun Kurtuluşu ve Gerçek Özgürlük

Marx’ın özgürlüğe bakış açısını anlayabilmek için önce yabancılaşma kavramından biraz bahsetmek gerek. Çünkü Marx, yabancılaşmayı insanın özgürleşme yolundaki bir engel olarak görür. İnsan ancak bu yabancılaşmayı aşarsa özgürlüğe giden yolu bulabilir. İnsan ve emeği arasında doğal bir bağ olduğunu düşünen Marx, kapitalizmin bu bağı yıktığını öne sürer. Ortaya çıkan yeni durum ise yabancılaşmadır.

İnsanın en önemli özelliği olan üretim yapma faaliyeti, özgürlük olarak değil, başka birinin egemenliğine girmek olarak ifade edilebilir. Yani insanın ürettiği ürüne sahip olamaması, yabancılaşması özgürlüğünü sekteye uğratan bir durumdur. Diğer bir yönüyle işçi, üretim yapacağı alanı özgür bir şekilde tercih edemez. Yani üretim etkinliğine yabancılaşma söz konusudur. İşçinin çalışmasının kullanım hakkı, ücret karşılığı işverene geçer. İnsanların yaptıkları işten dolayı potansiyellerini gerçekleştirmek yerine ondan daha da uzaklaştıkları, bilinçlerinin duyarsızlaştığı ve doğayla olan ilişkilerinin yerle bir olduğu söylenebilir. Bu da insanın kendine yabancılaşmasıdır. Son olarak insan topluma yabancılaşır; kendiyle olan zıtlığından dolayı başka insanlarla da zıtlaşır. Türsel varlığına bir yabancılaşma duyar.

Tüm bunlardan hareketle, Marx’a göre üretim ilişkileriyle başlayan insan doğası yabancılaşmayla sona erer. Peki neye yol açar bu yabancılaşma? İnsanın özgürlüğünün yok olmasına der Marx.

Marx’a göre insanın yabancılaşmadan kurtulup özgürlüğe giden kapıyı aralayabilmesinin tek yolu devrimdir. Devrim bir anda gerçekleşmez; aksine gerçekleşebilmesi için belli koşulların ortaya çıkması gerekir ve bu uzun sürer. Devrimin oluşabilmesi için gereken koşullar Alman ideolojisine göre şöyle sıralanır:

  • Öncelikle ve en önemli olarak yabancılaşmanın artık insanlar nezdinde dayanılamayacak bir hale dönüşmesi gerekir.
  • İşçi sınıfının, komünist bilinç olan sınıf bilincine sahip olması gerekir.
  • Açmak gerekirse; üretim araçlarını belli bir sınıf tekelinde toplamalı, bunun sonucu egemen sınıf ortaya çıkmalı, bu sınıf işçi sınıfını sömürmelidir.
  • Proletarya, tüm bunlar sonucu emek sömürüsüne dayanamaz hale gelip bu sınıfsal yapının tarihsel bir zorunluluk olmadığını fark ederek sınıf bilincine ulaşmalıdır.
  • Bu sınıf bilincinin devrime ulaşabilmesi için ise evrensel bir yapıya kavuşması gerekir. Tıpkı egemen sınıfın evrenselleştiği gibi.

Proleteryanın sınıf bilincine ulaşması, uzun bir dönemde ve egemen güçlerin hakimiyetindeki devletin devrilmesiyle başarıya ulaşacaktır. Devrim sonunda komünist toplum ortaya çıkacak ve özel mülkiyet ortadan kaldırılacaktır. Sonuç olarak tüm bu sürecin ana kavramı olan yabancılaşma da ortadan kalkacak ve insan ideal özgürlüğe kavuşacaktır. Yani Marx’ın ideal anlamda ifade ettiği özgürlüğe ancak toplumsal bir devrim sonucu ulaşmak mümkündür.

Marx’ın komünist özgürlük anlayışı, liberal özgürlük anlayışına bir eleştiri niteliğindedir. Çünkü liberal özgürlük, bireyci ve olumsuz özellikler taşır. Ayrıca liberal özgürlük, kendini modern kapitalist toplum içinde ortaya koyar; ancak Marx buna tamamen karşıdır. Çünkü modern kapitalist toplum, insanların ilgi ve isteklerini tamamen kendi çıkarlarına göre yönlendirir. Yani sahte bir özgürlükten, kandırmacadan başka bir şey değildir.

İnsan özgürlüğü ile ilgili Marx’ın fikirlerinin bir diğer boyutu da; insanın kendi kararlarını verebilmesi ve topluluk halinde yaşayabilmesidir. Marx açısından ahlaki olarak iyi, insanın kendi özüne uygun yaşayabilmesi ve özgürlüğünü hayata geçirebilmesi olarak tanımlanabilir. Ahlaki olarak kötü ise insanın özünden uzaklaşması ve hatta özünden kopması yani yabancılaşması olarak ifade edilebilir.

Marx’ın görüşlerinde ahlak ve özgürlük arasında çok güçlü bir ilişki vardır. Özgürlük olmadan ahlaki bir iyi olamaz. Yalnızca mutluluk, insanın özünü gerçekleştirebilmesi için yeterli değildir. Çünkü Marx’a göre insan özüne uygun olarak hareket ettiğinde mutlu ve ahlaklı olabilir.

Ahlakın doğal kaynağı ve temeli olarak toplumdaki ekonomik ilişkileri görür Marx. Bu ekonomik yapının biçimi ahlakı belirler. Ahlakın sosyo-ekonomik yapıya sahip olması, kapitalist bir toplumda ancak insanın yabancılaşmasına ve özgürlüğünün elinden alınmasına yol açar. Sonuç olarak bu yabancılaşmadan kurtulmanın yolu ise kapitalist yani sınıflı toplumun ortadan kaldırılıp insanın özgürlüğünün önündeki engellerin yok edilmesidir. İnsanın gerçek anlamda özgürleşmesi buna bağlıdır.

Nietzsche ve Marx Ahlakı ve Özgürlüğü Tartışıyor

Her iki düşünür de özgürlük kavramını, daha iyi bir toplum yapısına ulaşmak için bir ideale oturtmuştur. Farklı öneriler sunsalar da hem Nietzsche hem de Marx, içinde bulundukları durumun değişmesi gerektiğine inandıkları için ahlak ve özgürlük üzerine düşünmüş ve öneriler geliştirmiştir. Nietzsche için insanın içinde bulunduğu buhrandan kurtulması için nihilizmi aşması gerekirken; Marx’ta aşılması gereken şey yabancılaşma olmuştur. Çünkü her ikisinin genel olarak insan ilişkilerine, dünyaya, ahlaka ve özgürlüğe bakış açıları farklı yerlerdendir. Ancak her ikisi için de ahlak, mevcut durumu ile insan yaşamına olumsuz bir etki eder hatta yaşamın özüne aykırı ilişkiler kurmasına neden olur. Marx, yerleşik ahlakı bir amaç olarak değil araç olarak kitlelerin afyonu şeklinde nitelendirir. Nietzsche’de ise araçsal olarak ahlak, üstün insanın köle insan tarafından bastırılmasıdır.

Marx ve Nietzsche, tarihin bir sınıf mücadelesi tarihi olduğu konusunda hemfikirdir. Ancak Nietzsche için bu güç mücadelesi ahlak üzerinden işlerken; Marx açısından üretim araçlarına sahip olup olmama ya da sınıflar üzerinden işler.

Nietzsche ve Marx’ın birbirlerinden ayrıldıkları en temel nokta ise birinin azınlık bir grubu temel alıp elitist bir felsefe ortaya koyarken; diğerinin bütün insanlığın kurtuluşunu esas almasıdır. Nietzsche’nin çözümü kolektif değil; efendi ahlakına sahip üstün insanı ayrıcalıklı kılan ve kendini sanata, bilime vermesi gereken bir özellik taşır. Marx’ın sunduğu öneri ise tüm insanlığın kurtuluşu için mücadele etmek gerektiğinden bahseder. Çünkü insan toplumsaldır ve eğer kendini gerçekleştirebilmek istiyorsa, üzerine düşen toplumsal sorumluluğu da yerine getirmelidir. Gerçek anlamda özgürlüğe ulaşmanın yolu insanların ekonomik, siyasal ve toplumsal doğru yapılanmaları ile açılır. Tek başına insanın dönüşümü bir anlam ifade etmeyeceği için özgürlük ortaya çıkamaz.

Nietzsche ve Marx, insanlığın neliğine dair derin bir fikir ayrılığındadır. Dolayısıyla sorunları ortaya koyarken ve çözüm önerileri sunarken uzlaştırılmaları mümkün değildir. Ancak farklı bir noktadan bakıldığında; Marx’ın komünist toplum önerisinde bireyler sanata, felsefeye ve bilime bolca vakit ayırabilecek ve dolayısıyla Nietzsche’nin üstün insanda aradığı özelliklerin benzerleri, bu toplumlardaki bireylerde ortaya çıkacaktır. Bu donanımlı bireyler, belki de Nietzsche’nin tahmin ettiği az sayıda üstün insandan çok daha fazla olabilir. Tüm ayrılıklarına rağmen her iki düşünürün sonunda bir noktada birleşme ümidi de yok değildir.

Görsel: elespectador.com

wannart.com

Bu konuda geri bildirim bırakın

  • Değerlendirme

artıları

+
Alan Ekle

eksiler

+
Alan Ekle